Erol ÇINAR
Kent ve Görme
Günlük yaÅŸamımızda karşılaÅŸtığımız birçok güzellik genellikle gözlerimizi kamaÅŸtırır. Bu durum, ne yazık ki bir süre görünenle yetinmemizi saÄŸlar. Oysa gördüğümüz sadece bize yansıyan yüzdür. O suretin ardında hiçbir zaman kaybolmayan, zamanla daha da deÄŸer kazanan, içsel güzellikler ve daha keÅŸfedilesi neler vardır, neler. Fakat zamanla dışa vuran görsel güzellikler göz alışkanlığından mıdır, yoksa dış etkenlerle yıpranmalardan mıdır nedir, bir süre sonra bizi tatmin etmemeye baÅŸlar. Buna raÄŸmen özümsenmiÅŸ, giderek zenginleÅŸen daha derin duygulara gereksinimle algılanan içsel güzelliklerden de hiçbir zaman vazgeçemeyiz. Kalıcı sevgiler de böyle doÄŸmazlar mı zaten?. Fakat bunu anlayabilmek için bakmayı ve görmeyi bilmek gerek. Şöyle diyor Proust: “Gerçek keÅŸif yolculuÄŸu, sadece yeni yerler görmek deÄŸildir, fakat yeni gözlere sahip olabilmek demektir.” Proust’un bu sözleriyle belirtmek istediÄŸi, insan gözündeki fiziksel deÄŸiÅŸim deÄŸil elbette. BilindiÄŸi kadarıyla evrenin oluÅŸumundan bu güne kadar göz denen organ büyük fiziksel deÄŸiÅŸimler geçirmedi zaten. Fakat gözün beyne ilettiklerinin yorumlanış biçimi deÄŸiÅŸti ve deÄŸiÅŸmektedir. Gerçekten de olgulara farklı gözle bakanlar, bu bakışlarıyla görme ve bilme tutkusunun esiri olurlar.
İnsan nerede olursa olsun her zaman görüntü bombardımanı altındadır. Özellikle kentle her buluşmasının ardında özgürleşen bakışı mekânların üzerinde gezinmeye başlar. Özellikle görüntüler yumağının acımasızca sarmaladığı belleği, açılıp kapanan bir göz gibi her gördüğünü depolar. Fakat bir süre sonra yaşama çabasının oluşturduğu alışkanlıklar o denli baskınlaşır ki, insan gelip geçtiği mekânların önemli özelliklerini görmez bile. Çünkü yaşadığı kente zaman içerisinde alışmıştır. Zaten zamanda belleğe sarılı bir kefen gibi görüntüleri tüketip tarihin tozlu raflarına istiflemeye başlamıştır. Çoğu kez heyecan ile buluşup tekrar tekrar gözlemlediği ayrıntı zenginliklerinin, karşılaştığı mekânların, yoğun tarihsel dokunun farkına varmamaya başladığında, kanıksadığı ve kabullendiği birçok imge ve simge bombardımanının onu kör ettiğini düşünür. Bakma eylemi içinde bulunan, fakat göremeyen insanların varlığı bir virüs gibi kenti kaplamıştır. Kentin görsel panoraması zaman içinde tükenir gibi görünse de aslında yıpranan insanın farkına bile varamadığı kendi bakışıdır.
Piramitlerin güzelliÄŸini keÅŸfetmek için mimariden anlamak, klasik müziÄŸi hissetmek için kulağınızı önceden ritme alıştırmak, sanat yapıtını doÄŸru yorumlamak içinde üslupları iyi bilmek gerekir. Aksi durumlarda dinlenen müzik, izlenen mimari yapı ve yorumlanamayan sanat yapıtı sizi rahatsız edecektir. ÖrneÄŸin Picasso’nun tuvallerini birdenbire anlayamazsınız. İlk önce resim sanatıyla ilgilenmeniz gerekir. O güzellikleri ancak ilgi gösterdiÄŸinizde anlayabilirsiniz. Resim sanatından anlamayan birisi için bu resimler beÅŸ para etmez bez parçaları, anlayanlar için ise paha biçilmeyen hazinelerdir. Görmek, yaÅŸananların sonunda kazanılan deneyimlere, elde edilen bilgilere ve meraklı olma duygusuna bağımlıdır. Onun için insan merak ettiÄŸi ÅŸeyleri görür, gördükçe de bilgisi artar ve daha detaylı görür. Güzeli görmek öğrenilebilir bir davranıştır, aynı kötüyü görmenin öğrenilebildiÄŸi gibi. Görmek aynı zamanda tüketmektir, yani görünenleri eskitmektir. Belki de bu nedenle kent bencil bir olgudur. Ziyaretçilerine aldırış etmez. Gözün görebildiÄŸi kadarını sunar, farkına varılamayanların varlığı ile de yaÅŸamını sürdürür. Buna raÄŸmen görmeyi içeriksiz bir eylemden çok, entelektüel bir duyum olarak algılayan insanlar, kentin devingen ortamından faydalanarak keÅŸfetme arzularını canlı tutarlar. Kendi beklentilerine ve arayışlarına bir karşılık bulma kaygısı, kent gerçeÄŸine olan ilgilerini de ortaya koyar. Gündelik tutkularından uzaklaÅŸmış, kâşif ruhunu açığa çıkaran bu insanlar ile canlılığının ayartıcılığını sunan kentin çekiciliÄŸi birleÅŸince görme daha da anlamlı hale gelir. Hele ki bu tavır bilinçli bir eylem ve alışkanlık haline gelirse yaÅŸam her boyutuyla sorgulanmaya baÅŸlar. Koca bir kentte özel bir topluluk, kendine özgü kurallarına göre yaÅŸayan bir ayrıcalıklı gruptur onlar. Bakmakla görmek, görmekle algılamak, algılamakla anlamak, anlamakla bilinçlenme arasındaki iliÅŸkiyi doÄŸru özümseyenlerdir. Onlar bütün yaÅŸamları boyunca dikenli bu yolda zevkle yürürler.
Kenti keÅŸfetmeye soyunanlar yalnızca bir kent kimliÄŸini algılama uÄŸraşı içinde olmazlar. Onlar gözlemlerindeki olgunluÄŸun ve objeleri tanıma yetilerinin de tadını çıkartırlar. Aslına bakarsanız, kent de yaÅŸayanlarından kendisiyle ilgili bir okuma talep eder. Karşılaşılan her objenin bir derinliÄŸi vardır kentte. Her ÅŸey bir iÅŸarettir, göstergedir, sırdır. Bu nesnelerin gizini çözenler kenti kitap gibi okumasını becererek onu doyasıya yaÅŸarlar. İşte bu göstergelerin -simgeler- çaÄŸrışımlarından kaçamayan kentliler, bunlarla “ne anlatılmak isteniyor?” sorusunun peÅŸinde fütursuzca koÅŸmaya baÅŸlarlar. Bu koÅŸuÅŸturma kimilerine göre boÅŸuna zaman tüketmek, bazılarına göre ise sadece bir kazançla eÅŸdeÄŸerdir.
Bakmak / dikkat etmek / sahiplenmek / keşfetmek / toplamak / biriktirmek / bozmak / ayrıştırmak / dinlemek / derlemek / seçmek / özgürleştirmek / biçimlendirmek / bütünlemek / örtüştürmek gibi kente özgü birçok kelimenin anlamlarını özümseyenler ve uygulayanlar kentin sıcak ve şefkatli iklimine çabucak sarılıverirler. Yaşam yanı başlarına usulcacık sokuluverir. Yüzeysel sorgulamalar ve sıradan gözlemlerle yetinmeyerek yönünü yitirmiş bir kuş gibi kentin çoksesliliğine, çeşitliliğine, dal budak salmış kargaşasına kendilerini korkmadan bırakırlar. Onlar için görüntülerin ayrıntılarında gezinmek zihinsel doyuma ulaşmanın keyifli bir yoludur. Onlar kenti sorgulamanın yaşamlarını değerlendirmekle eşdeğer olduğunu bilirler. Kentin dilselliğini çözmeyi özgür ve mutlu olmak için bir yol gibi kavrayıp özümseyen insanlar, kente dair bilmeceler döngüsünde yerlerini alırlar. Bu, sonu gelmeyen bir süreçtir. Bazı bilmeceler çözülürken, yenileri de sürekli ortaya çıkar. Yaşadığımız, yaşamamızı sürdürmek zorunda olduğumuz kent budur. Bizler, burada ve bu zamanda da güzel yaşamlar üretebilmenin yollarını bulmakla yükümlüyüz.
Üzerini kat kat sır örtüleriyle kaplayan kenti yaÅŸamak ve onu anlamak, bu örtüleri bir bir kaldırmakla mümkündür. Kim bilir altından gizemleriyle birlikte ne çıkacak!... Örtüleri kaldırmaya koÅŸalım!... Walter Benjamin bir denemesinde vurguladığı “İnsanın bir kentte ormanda kaybolur gibi kaybolması” cümlesine dikkat kesilelim. Kent ile ilgili ne varsa bu sözde var. Öyleyse dalalım kente, fütursuzca, korkmadan kaybolalım!...
* Bu metin 13.Aralık.2007 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “ Bir konu, bir sanatçı “ seminerleri çerçevesinde sunulmuÅŸtur.
Erol ÇINAR
erol.cinar@doruk.net.tr
Günlük yaÅŸamımızda karşılaÅŸtığımız birçok güzellik genellikle gözlerimizi kamaÅŸtırır. Bu durum, ne yazık ki bir süre görünenle yetinmemizi saÄŸlar. Oysa gördüğümüz sadece bize yansıyan yüzdür. O suretin ardında hiçbir zaman kaybolmayan, zamanla daha da deÄŸer kazanan, içsel güzellikler ve daha keÅŸfedilesi neler vardır, neler. Fakat zamanla dışa vuran görsel güzellikler göz alışkanlığından mıdır, yoksa dış etkenlerle yıpranmalardan mıdır nedir, bir süre sonra bizi tatmin etmemeye baÅŸlar. Buna raÄŸmen özümsenmiÅŸ, giderek zenginleÅŸen daha derin duygulara gereksinimle algılanan içsel güzelliklerden de hiçbir zaman vazgeçemeyiz. Kalıcı sevgiler de böyle doÄŸmazlar mı zaten?. Fakat bunu anlayabilmek için bakmayı ve görmeyi bilmek gerek. Şöyle diyor Proust: “Gerçek keÅŸif yolculuÄŸu, sadece yeni yerler görmek deÄŸildir, fakat yeni gözlere sahip olabilmek demektir.” Proust’un bu sözleriyle belirtmek istediÄŸi, insan gözündeki fiziksel deÄŸiÅŸim deÄŸil elbette. BilindiÄŸi kadarıyla evrenin oluÅŸumundan bu güne kadar göz denen organ büyük fiziksel deÄŸiÅŸimler geçirmedi zaten. Fakat gözün beyne ilettiklerinin yorumlanış biçimi deÄŸiÅŸti ve deÄŸiÅŸmektedir. Gerçekten de olgulara farklı gözle bakanlar, bu bakışlarıyla görme ve bilme tutkusunun esiri olurlar.
İnsan nerede olursa olsun her zaman görüntü bombardımanı altındadır. Özellikle kentle her buluşmasının ardında özgürleşen bakışı mekânların üzerinde gezinmeye başlar. Özellikle görüntüler yumağının acımasızca sarmaladığı belleği, açılıp kapanan bir göz gibi her gördüğünü depolar. Fakat bir süre sonra yaşama çabasının oluşturduğu alışkanlıklar o denli baskınlaşır ki, insan gelip geçtiği mekânların önemli özelliklerini görmez bile. Çünkü yaşadığı kente zaman içerisinde alışmıştır. Zaten zamanda belleğe sarılı bir kefen gibi görüntüleri tüketip tarihin tozlu raflarına istiflemeye başlamıştır. Çoğu kez heyecan ile buluşup tekrar tekrar gözlemlediği ayrıntı zenginliklerinin, karşılaştığı mekânların, yoğun tarihsel dokunun farkına varmamaya başladığında, kanıksadığı ve kabullendiği birçok imge ve simge bombardımanının onu kör ettiğini düşünür. Bakma eylemi içinde bulunan, fakat göremeyen insanların varlığı bir virüs gibi kenti kaplamıştır. Kentin görsel panoraması zaman içinde tükenir gibi görünse de aslında yıpranan insanın farkına bile varamadığı kendi bakışıdır.
Piramitlerin güzelliÄŸini keÅŸfetmek için mimariden anlamak, klasik müziÄŸi hissetmek için kulağınızı önceden ritme alıştırmak, sanat yapıtını doÄŸru yorumlamak içinde üslupları iyi bilmek gerekir. Aksi durumlarda dinlenen müzik, izlenen mimari yapı ve yorumlanamayan sanat yapıtı sizi rahatsız edecektir. ÖrneÄŸin Picasso’nun tuvallerini birdenbire anlayamazsınız. İlk önce resim sanatıyla ilgilenmeniz gerekir. O güzellikleri ancak ilgi gösterdiÄŸinizde anlayabilirsiniz. Resim sanatından anlamayan birisi için bu resimler beÅŸ para etmez bez parçaları, anlayanlar için ise paha biçilmeyen hazinelerdir. Görmek, yaÅŸananların sonunda kazanılan deneyimlere, elde edilen bilgilere ve meraklı olma duygusuna bağımlıdır. Onun için insan merak ettiÄŸi ÅŸeyleri görür, gördükçe de bilgisi artar ve daha detaylı görür. Güzeli görmek öğrenilebilir bir davranıştır, aynı kötüyü görmenin öğrenilebildiÄŸi gibi. Görmek aynı zamanda tüketmektir, yani görünenleri eskitmektir. Belki de bu nedenle kent bencil bir olgudur. Ziyaretçilerine aldırış etmez. Gözün görebildiÄŸi kadarını sunar, farkına varılamayanların varlığı ile de yaÅŸamını sürdürür. Buna raÄŸmen görmeyi içeriksiz bir eylemden çok, entelektüel bir duyum olarak algılayan insanlar, kentin devingen ortamından faydalanarak keÅŸfetme arzularını canlı tutarlar. Kendi beklentilerine ve arayışlarına bir karşılık bulma kaygısı, kent gerçeÄŸine olan ilgilerini de ortaya koyar. Gündelik tutkularından uzaklaÅŸmış, kâşif ruhunu açığa çıkaran bu insanlar ile canlılığının ayartıcılığını sunan kentin çekiciliÄŸi birleÅŸince görme daha da anlamlı hale gelir. Hele ki bu tavır bilinçli bir eylem ve alışkanlık haline gelirse yaÅŸam her boyutuyla sorgulanmaya baÅŸlar. Koca bir kentte özel bir topluluk, kendine özgü kurallarına göre yaÅŸayan bir ayrıcalıklı gruptur onlar. Bakmakla görmek, görmekle algılamak, algılamakla anlamak, anlamakla bilinçlenme arasındaki iliÅŸkiyi doÄŸru özümseyenlerdir. Onlar bütün yaÅŸamları boyunca dikenli bu yolda zevkle yürürler.
Kenti keÅŸfetmeye soyunanlar yalnızca bir kent kimliÄŸini algılama uÄŸraşı içinde olmazlar. Onlar gözlemlerindeki olgunluÄŸun ve objeleri tanıma yetilerinin de tadını çıkartırlar. Aslına bakarsanız, kent de yaÅŸayanlarından kendisiyle ilgili bir okuma talep eder. Karşılaşılan her objenin bir derinliÄŸi vardır kentte. Her ÅŸey bir iÅŸarettir, göstergedir, sırdır. Bu nesnelerin gizini çözenler kenti kitap gibi okumasını becererek onu doyasıya yaÅŸarlar. İşte bu göstergelerin -simgeler- çaÄŸrışımlarından kaçamayan kentliler, bunlarla “ne anlatılmak isteniyor?” sorusunun peÅŸinde fütursuzca koÅŸmaya baÅŸlarlar. Bu koÅŸuÅŸturma kimilerine göre boÅŸuna zaman tüketmek, bazılarına göre ise sadece bir kazançla eÅŸdeÄŸerdir.
Bakmak / dikkat etmek / sahiplenmek / keşfetmek / toplamak / biriktirmek / bozmak / ayrıştırmak / dinlemek / derlemek / seçmek / özgürleştirmek / biçimlendirmek / bütünlemek / örtüştürmek gibi kente özgü birçok kelimenin anlamlarını özümseyenler ve uygulayanlar kentin sıcak ve şefkatli iklimine çabucak sarılıverirler. Yaşam yanı başlarına usulcacık sokuluverir. Yüzeysel sorgulamalar ve sıradan gözlemlerle yetinmeyerek yönünü yitirmiş bir kuş gibi kentin çoksesliliğine, çeşitliliğine, dal budak salmış kargaşasına kendilerini korkmadan bırakırlar. Onlar için görüntülerin ayrıntılarında gezinmek zihinsel doyuma ulaşmanın keyifli bir yoludur. Onlar kenti sorgulamanın yaşamlarını değerlendirmekle eşdeğer olduğunu bilirler. Kentin dilselliğini çözmeyi özgür ve mutlu olmak için bir yol gibi kavrayıp özümseyen insanlar, kente dair bilmeceler döngüsünde yerlerini alırlar. Bu, sonu gelmeyen bir süreçtir. Bazı bilmeceler çözülürken, yenileri de sürekli ortaya çıkar. Yaşadığımız, yaşamamızı sürdürmek zorunda olduğumuz kent budur. Bizler, burada ve bu zamanda da güzel yaşamlar üretebilmenin yollarını bulmakla yükümlüyüz.
Üzerini kat kat sır örtüleriyle kaplayan kenti yaÅŸamak ve onu anlamak, bu örtüleri bir bir kaldırmakla mümkündür. Kim bilir altından gizemleriyle birlikte ne çıkacak!... Örtüleri kaldırmaya koÅŸalım!... Walter Benjamin bir denemesinde vurguladığı “İnsanın bir kentte ormanda kaybolur gibi kaybolması” cümlesine dikkat kesilelim. Kent ile ilgili ne varsa bu sözde var. Öyleyse dalalım kente, fütursuzca, korkmadan kaybolalım!...
* Bu metin 13.Aralık.2007 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “ Bir konu, bir sanatçı “ seminerleri çerçevesinde sunulmuÅŸtur.
Erol ÇINAR
erol.cinar@doruk.net.tr
"Erol ÇINAR" bütün yazıları için tıklayın...
