İNSANLIKTAN İNSANSIZLIĞA
16. yüzyılda Rönesans'la ortaya çıkan hümanizm tüm değerlerin en üstüne insani değerleri yerleştirmişti. “Önce İnsan”, “Her şey İnsan İçin” şiarlarıyla özetlenebilecek olan hümanizm 20. yüzyılın sonlarında önemini kaybederken çevre ve doğa sevgisi insanın önüne geçiverir. Evcil hayvan ve çevre duyarlılığı eskiden de söz konusuydu, fakat insanla ilişkilendirilerek. Günümüzde ise bu duyarlılıklar insandan bağımsızlaştırılarak veya bazı insan gruplarıyla ilişkili olarak “tek değer” haline getirilmiş ve kültürlerinin temel taşına dönüştürülmüştür.
70 li yıllarda feodalizmle mücadele tek kimlik altında (sol kimlik), ancak farklı yapıda insanlarla sürdürülmüştü. İnsanca yaşamak isteyen Anadolulu bir grup ve feodalizmin yerine kapitalizmi getirmek isteyen bir grup. Kapitalizmin zaferi ve solun çöküşüyle sol kimliğindeki 2. grup insanlar emellerine ulaşmış görünüyor; ancak, 1. grubun, yani insanca yaşamayı savunan Anadolu insanının hümanizmini de yoketmeleri gerekiyordu. Yokettiler de. Hümanizmin yerine animalizmi (hayvanı yüceltme) ve çevreciliği koyarak. Kendilerini Olympos’un tepesine yerleştirdiler, yanlarına insan yerine evcil hayvanları alıp Nuh’un gemisini inşa ettiler. Anadolu insanı ise ezilmişlik, yenilgi, dışlanmışlık, baskılanma duygularıyla varoşlara çekildi veya çektirildi. Bir zamanların “burjuvazi-halk” çelişkisi yoktu artık. Yeni çelişkinin adı “elit-cahil halk” çelişkisiydi. Ne de olsa her şeyi onlar biliyor, onların her şeye hakkı vardı, cahil halk ise hiçbir şeyden anlamazdı.
Bu yeni çelişki yeni sonuçlar doğurdu. Elitler aşağıladıkları insanlara düşmanlaştı. Sokakları onlara bırakarak kendilerine özel yaşam alanları oluşturdular. Ev-iş arasında gidip geldiler, tatillerini özel korunaklı mekanlarda geçirdiler veya insanın az olduğu kırlara koştular. “Mücadele” alanlarını da çevreciliğe taşıdılar. Ancak, bu mücadele burjuvaziye değil, insana karşıydı. İsim vermiyorlar, sistemden bahsetmiyorlar, devletin adını ağızlarına almıyorlardı. Halkın önceliklerine de sırtlarını çevirmişlerdi. Bunun adına mücadele demek de anlamsızdı, sadece mücadele ruhlarını tatmin ediyorlardı ve vicdanlarını rahatlatıyorlardı.
Hafta sonları korunaklı alanlarından çıkıp, evcil hayvanlarıyla beraber arabalarına atlayıp kırsala, kırsalın tehlikesiz sokaklarına koştular. Fotoğraf makinalarını insanlara değil, kedilere, köpeklere, martılara, çiçeklere, güneşin doğuşuna, batışına yönelttiler.
Baraj altında kalacak olan Hasankeyf’e, Allinoi’ye sahip çıktılar, demirden trenlerine binip. Oraya vardıklarında (televizyon kameraları da beraberlerindeydi) demeçler verdiler, çiçekler topladılar, gözlemelerden yediler, biralarını yudumladılar, güneşin tadını çıkardılar. Unuttukları tek şey vardı; halk. Mağaralarda, kulübelerde yoksulluğun doruklarındaki insanlar kameralarda görünmediler. Olsun varsın, onların vicdanı rahattı, hatta insanlık görevlerini yapıyorlardı.
Bir tv programı için çekim ekibi ve bir arkeolog İstanbul’daki Yarım Burgaz mağarasına girerlerken mağara kenarında yöre insanları bir meyve kasasının üzerine çilingir sofrasını kurmuş demlenirlerken kameraya takılır. Çekim ekibi bu insanları görmezden gelip mağaraya girer ve mağaradaki tahribattan dolayı çevre insanını ilkellikle suçlar. Oysa yöre insanının üzerindeki tahribat mağaradakinden daha acıklıdır. Programın jeneriğinde sponsor firmaların adlarını görmek, hümanizmin yok edilmesinin ne denli planlı olduğunu düşündürür insana.
Geziler sırasında önlerinde meydana gelen kaza sonucu yaralanan insanlara yardım etmeyip kenarından geçip giden insanlar, hastalanmış bir kedi için gözyaşlarını tutamayıp veterinere taşıyarak insan olduklarını hissediyordu.
Elbette hayvanlar da insanlar kadar değerlidir, doğanın korunmasının önemi tartışılmazdır. Ancak, doğa ve doğanın yarattıkları insandan dışlanamaz, insan da doğadan. Sadece kendimizi değil, herkesi insan görmek, insanca yaşam hakkını savunmak, önceliği insana vermek, insani sorumluluğumuzun gereği olmalı.
anteros59@hotmail.com
|