GÖRMEDEN GELDİĞİM İLK TOPRAKLARDA GÖREVLİYİM
I.
Doktorun ofisinde tanıştık. Sakin, sevgi dolu, babacan bir adam. Emekli olmuşsun, nasıl vakit geçiriyorsun diye sorduğunda; “- Mübadele konusunu araştırıyorum,” dedim. Karşımdaki adam, babamın yaşında olmasa da ona yakın görünüyordu. Sonraki karşılaşmalarımızda onun ne kadar Türk ve Dünya Tarihi konusunda bilgi sahibi olduğunu anlayınca şaşırdım. Ülkemde en yüksek orunlarda görev yapması gereken adamlar böyle kültürlü olmalı diye aklımdan geçirdim.
Bir ilkbahar günüydü. O iyi yürekli, temiz yüzlü buğday tenli adam kendi öyküsünü anlatacaktı. Acaba ne anlatacaktı. Dikkatlice ağzının içine bakıyorum.
1968/1970 yıllarıydı. Atina’da askeri ataşeydim. Yunanistan’ın Makedonya topraklarına yakın bir bölümde Nato tatbikatı yapılıyordu. Türk Subayı olarak ben de görev almıştım. Organizasyon sona erdiğinde Yunan askeri heyeti, katılan yabancı subaylara bir yemek verdi. Yemeğin yendiği kasabada oturulan yer, yüksekçe ve düz bir alandı.
“ Komutanım, o günlerde rütbeniz neydi?”
-Albaydım.
Kasabanın halkı, yemek masasına biteviye yiyecek ve içecekler taşıyordu. U şeklinde düzenlenmiş masalarda ben binalar tarafında oturuyordum. Beyaz örtülerin üzeri türlü yiyecek ve içeceklerle doluydu. Sadece kuş sütü eksik denilen cinsten bir sunum. Neşeli bir yemekti. Her dilden ses vardı. Daha çok İngiliz dili duyuluyordu. İçecekler yudumlanırken yaşı altmışı geçmiş bir kadın önümden iki kere geçti. Başında siyah bir örtü vardı. Uçları Osmanlı Türk kadını gibi çene altından tutturulmuştu. Bir görevli gelip onu yemekte sohbet eden subayların yanından uzaklaştırdı.
Bizden biraz uzakta tahtadan bir platform yapılmış. Mahalli sanatçılar Yunan müziği okuyorlar. Yan tarafta bir folklor ekibi sırasını bekliyordu.
Tahmini yedi-sekiz dakika sonra, bir Yunan yüzbaşısı karşımda durdu, selâm verdi.
“-Eğer izin verirseniz az önce önünüzden geçen yaşlı kadın buraya gelip sizinle görüşmek istiyor,” dedi. Hemen ayağa kalktım. Kendisinden bahsedilen yaşlı kadın kasabalılar arasında en önde duruyordu. Yüzbaşıya şöyle cevap verdim.
“-Biz Türkler, büyükleri ayağımıza getirmeyiz. Biz, onları ziyarete gideriz” Yunan subayla birlikte kalabalığa doğru yürüdük. Baş örtüsü çenesinin altından tutturulmuş Anadolu kadınından hiç farkı yoktu. Gençtim. Sert adımlarla yürüyüşümüzü herkes ilgiyle izliyordu. Kadıncağızın önüne varınca saygıyla eğilip elini öptüm. O kadın sırtımı tapışladıktan sonra yanındakilere hem Türkçe, hem de Rumca;
“- Ben size demedim mi, Türkler büyük bir millettir. Büyüklerini sayar, küçüklerini sever, Misafirini, fakiri, yolda kalmışı doyurur. İşte böyle bir milletin evlâdı büyüklüğünü bir kere daha gösterdi. Geldi bana sarıldı.”
Ben kadınla Türkçe konuştum. Meğer oniki yaşına kadar Erzincan’da büyümüş. O karlı dağların soğuğunu teninde hissederek, suyunu yudumlayıp Anadolu’nun kar altından başını uzatan çiğdemlerini saçının arasına takarak bu toprakların insani yönünü benliğinde toplamış, Türk kadını gibi sevgi dolu bir yüreğe sahip. Asya ile Avrupa’yı ayıran aradaki Ege Denizi olmasa insanlar yürüyüp gidecek, komşunun halkı ile el ele tutuşarak. Beraber halay çekip ortada salınacaklar.
Yıllarca aynı sokakta yaşamış komşumuz Hatice Teyzenin yanından ayrılır gibi Anadolulu Rum kadınla vedalaştım. Onun da benim de yanağımızdan göz yaşları süzülüyordu. Erzincanlı Rum kadın arkamdan hala söyleniyordu. Bir taraftan da ağlamaya devam ediyordu.
“- Türk barış insanıdır. Büyüklerine hürmet etmeyi bilir. O benim memleketimden gelmiş. O büyük insan benim hemşerimdir.”
II.
Çaylar tazelendi, komutanı oğlu aradı telefonla. O konuşurken doktor onun emekli tümgeneral olduğunu fısıldayıverdi. “Çok engin kültürlü bir adam, halâ kitap okumayı sürdürür. Ayda birkaç kitap devirir, bizim gibi genç doktorlara da tecrübesiyle örnek olur, verdiğimiz tedavi yollarına da harfiyen uyar,” diye açıkladı.
Paşa görüşmesini bitirdikten sonra Yunanistan topraklarında yemeğin ertesi günü gittiği köyde başından geçenleri anlatmayı sürdürdü.
Nato tatbikatı on günden fazla sürdü. Bir gün ara verilince görevli subayların bir kısmı Atina’ya, bir kısmı yakın yöredeki tarihi alanları gezmeye gitti. Gezginlerden öğleye doğru ayrıldım. Arabama atlayıp Kuzeybatı Yunanistan’da tek başıma yolculuğa çıktım. Babam annem 1923 yılı sonlarında bu köyden ayrılmış, Türkiye’ye doğru yola çıkmış. Annem altı aylık hamileymiş. İşte buraları görmeden anne karnında terk eden kişilerden birinin ben olduğumu, aklım ermeye başlayınca annem ve babamdan öğrendim. Tabi ben hayata gözlerimi Türkiye’de açmışım. Ancak, ilk aldığım sebze ve hayvansal gıdalar buraların ürünü olmalı. Babam köyündeki arkadaşını da anlatmıştı. Onu bulmamı arzu ediyordu. Çevreyi gözleyerek, dere ve tepeleri inceleyerek yola devam ettim. Az sonra köyün meydanına daldım. Sahada birkaç kişi geziniyordu.
“-Paşam, elbet haritanız var, isimler değişince babanın köyünü bulmak zor olmadı mı?”
- O kadar çok dinledim ki, elimle koymuş gibi eriştim.
- Dereyi ve camiyi buldum. Cami kiliseye çevrilmiş. Köyün meydanında. Oradan bana doğru yaklaşan bir ihtiyar belirdi. Babamın arkadaşının ismini vererek;
- Dimitridites’in evi nerde acaba ?
“- Fırının arkasında bir köprü göreceksin. Karşıya geçince sağdaki ilk ev onun evi.”
Ben arabayı park ederken aradığım kişiye seni bir Türk subayı soruyor diye haber vermişler. Beni görünce şaşırdı. Biraz da ürktü.
-Bak bakalım beni tanıyacak mısın? Öyle dikkatlice baktı. Bir anlam veremedi.
-Ben çocukluk arkadaşın Hüseyin’in oğluyum. Sana ondan selâm getirdim.
Çok heyecanlandı. Dudakları titredi.
“- Ah Hüseyni mu, ah, nerelerdesin?”
Biraz görüştükten sonra izin istedim. Görevime döneceğimi söyledim. “Size ikramda bulunmadıktan sonra seni salmam,” deyip dayattı. Elime sarıldı. “-Sen Hüseyinsin.”
“-Ben seni görünce Hüseyin’i mu görmüş gibi oluyorum.”
Biz sohbeti sürdürürken kasabadan bir takım insanlar geldi. Onlar da ellerimi dostça sıktılar. Dimitridites’in evinde Türkçe, Rumca karışımı bir dille konuşuluyordu. Anlaşıldı ki, benimle yiyip içmedikten sonra salmayacaklar. Ev yetmedi. Misafir için düzenlenen eğlenceler geceye sarktı. Yiyecekler ve oyunlar, müzik eşliğinde sürdü. Yakın kasabanın Belediye Başkanı da ziyarete geldi. Tercüman aracılığı ile Türkiye’ye seyahatle nasıl gittiğini anlattı. Meydanda bulunan tüm insanlar dinledi. Yaşlı başkan konuşmasına etrafı seyrederek başladı.
“- İlk gençlik yıllarım birinci vatanım Türkiye’de geçmişti. O vatanımdan katiyen ayrılmazdım. Benim doğduğum yer, gül diyarı Isparta idi. İsmet Paşa ile Venizelos’un yaptığı anlaşma nedeniyle buralara geldik. Lozan’da imzalanan mübadele anlaşması olduğunu bilirsiniz. Bundan onbeş yıl önce görevli olarak İstanbul’a gittim. Yetkililere haber vererek doğduğum torakları görmek istedim. Elçilikten bir memur alarak bir Türk şoförle Isparta’ya vardım. Eğridir bizim topraklarımızdı. Mahallemizi komşularımızı bulabildim. Beni tanıyanlar çıktı. Evlerine misafir ettiler. Elimize gül koncalarından birer demet sundular. Asıl ilginç olan şuydu.
Biz ayranları yudumlarken yaşlı bir Türk geldi. Boynumuza sarıldı. Bizim komşumuzdu. Adı İlyas’tı. Bana bir kese uzattı. Sonra yüzüme bakarak;
“-Kostandi, babam senin baban Nikola’dan on altın borç almış. Siz buradan ayrılırken ödeyememiş. Daha sonra iyi çalıştık, altınları hazırladık. Babam vasiyet etti. Bunu Nikola’ya ulaştır. Sizi arattık, fakat bulamadık. İyi ki buraya geldin. Babamın borcunu sana ödüyorum. Kabrinde kemikleri sızlamayacak. İşte bu altınlar sizin diye uzattı. Sizi bulamayacağım diye dertleniyordum. Siz kısmetinize geldiniz. Ben de vicdanen rahatım. Alın bunları, bu altınlar sizin.”
Eğridirli eski komşumun bu davranışı beni çok duygulandırdı. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Birbirimize sarıldık. Biz kardeşiz dedik.
İşte Türk borcuna böyle sadıktır. Dürüsttür. İyi komşudur. Dostlarını asla unutmaz. Altınları almak istemedim. Kabul etmedi. Türk’ün değeri altınla ölçülmez. Bizi ziyarete gelen bu Türk subayına gereken konukseverliği göstermeliyiz.”
|