ISSN 1308-8483
KENDİ HAPİSHANEMİZ !... / Sedat YALÇIN
Sedat YALÇIN    
  Yayın Tarihi: 19.1.2011    


KENDİ HAPİSHANEMİZ !...

Sorgulamayan insan cahildir, sorgulatmayan ise zalim...


Psikolog ve Psikiyatr’ların anlattıklarına göre; bunalımdaki insanlarda gözlemlediğimiz ilk şey, bu insanların zihinlerinde kendilerine adeta bir hapishane yarattıklarıdır. Bu insanlar zihinlerinde görünmez bir duvar inşaa etmişlerdir ve bu duvarın yıkılmasına asla izin vermezler.

Psikolojik bozukluk olarak adlandırdığımız durumdaki kişilerin, belli kalıplar içerisinde sürekli kalarak, aynı davranışı sergilediklerini izleyebiliriz. Sabit fikir, hep aynı düşünce sistemi üzerinde çalışır. Sürekli kendini tekrar etmekle meşguldür. Bu kısır döngü kişileri intihara kadar sürükleyebilir.

Tüm insanlık bu halde değil midir? Kendimizi belli duvarlar içerisine hapsetmiyor muyuz? Gelin beraberce bu konuyu biraz irdeleyelim.

“Yaşam devinim içerinde vardır” der Aristo. Yani durağan hiçbir şey yoktur mikro ve makro evrende. Atomaltındakilerden, gökadalara (galaksi) kadar her şey hareket halinde değil midir. Duraklama diye bir olgu bulunmaz tüm evrende. Hareket, aynı zamanda değişim demektir. Değişim yaşamın olmazsa olmazlarındandır. Burada J.Krisnamurti’den (*) aldığım bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum.

Gürül gürül akan bir ırmak adeta yaşam doludur. Sürekli bir hareket ve değişim söz konusudur. İçinde balıkları görebilirsiniz. Irmağın kenarında, ırmaktan barikatlarla ayrılmış küçük su birikintilerine rastlarsınız. Bunlar tamamen hareketsiz, üzeri adeta pislikten kabuk bağlamış, durağan, kokuşmuş bir haldedir. Etrafını çevreleyen barikatlar onu ırmağın canlılığından ayırırlar. Küçük su birikintisinde her şey kontrol altındadır. Diğer bir deyişle her şey güven altındadır. Halbuki ırmak sürekli hareket, değişim halindedir, her an her şey olabilir. Diğer bir deyişle kesinlikle güven altında değilsinizdir. Bazen hızlanır, bazen yavaşlarsınız, önünüze bir kaya parçası çıkar ona çarparsınız, onu aşmak için çabalarsınız. Etrafını dolaşır, veya üzerinden aşar geçip yeni yerlere doğru seyahatinize devam edersiniz.

İşte yaşam da böyle değil mi? Önümüzde iki yol var; ya ırmak gibi akacağız, ya da su birikintisi gibi olacağız.

İnsanlık ikinci yolu seçmiş gibi görünüyor. Çünkü zihnimiz durmadan değişen ortamdan huzursuzluk duyuyor, bir tehdit olarak algılıyor. Kendimizi güvende hissetmek ana hedef olarak seçildiğinden etrafımızı adeta duvarlarla çevreliyoruz. Bu duvarları gelenekler, dini, toplumsal, siyasal kavramlar oluşturuyor çoğu kez.

Etrafımızdaki duvarları nasıl aşacağız. İşte temel sorun burada. Bu konuda vereceğim örnek sanırım sorunun çözümüne fayda sağlayabilecektir. İçi kirli su ile dolu bir kovamız olsun. Kovadaki suyu nasıl temizleyebiliriz? En kolay yöntem, sanırım içi pis su dolu kovayı, temiz su akan bir musluğun altında yeterli bir süre tutmaktır. Pis suyun üzerine akan su kovayı taşıracak, sürekli taşma olayı gerçekleştiği zaman yavaş, yavaş kovadaki su da temizlenmiş olacaktır.

Demek istediğim şu; kendimizi koruma altına aldığımız yanılgısını oluşturan belli düşünce kalıpları üzerine, farklı düşünce sistemlerinin, fikirlerin girmesine izin vermeliyiz. Aynı musluk altındaki kova gibi, yeterli miktarda yeni fikirler zihin kalıplarımız üzerine eklenirse, zihnimizdeki kokuşmuşluk yerini, daha canlı, daha tekdüze olmayan, daha yaratıcı, daha hoşlanacağımız bir yapıya bırakır. Sürekli değişim, yaşamın olmazsa olmazı değil midir? Tüm evren sürekli değişim halindedir. Değişimin gerçekleşmesi ise sabit düşünce kalıplarından kurtulmakla mümkündür. İnsanoğlunun düştüğü durumdan tek çıkış yolu bu olsa gerek.

Altı milyar insanın yaşadığı gezegenimizde insanlık acı içerisinde, mutsuz ve de umutsuz halde yaşam dediği süreyi tamamlamaya çalışmıyor mu? Tabii buna yaşam denirse! Irmağın kenarındaki kokuşmuş su birikintisinden ne farkımız var. Yaşam ırmağı gürül, gürül hızla köpürdeyerek akarken, bizler kısır bir döngü içerisinde kendi hapishanemize kendimizi mahkum etmişsek ; buna da yaşamak diyorsak, kendimizi kandırmıyor muyuz acaba? Yaşam ırmağı o kadar hızlı akıp gidiyor ki; ona yetişmekten vazgeçtim, hiç olmazsa su birikintimize, ara sırada olsa, yaşam ırmağının sularının girmesine izin verebilsek, hayatımız daha anlamlı bir hale gelebilir. Ancak zihnimiz alışılmışın dışına çıkmayı kendisi için bir tehdit olarak algılar. Kısır döngü kalıpları dışına çıkmak istemez. Aslında, toplum, insanların etrafına duvar örmekte çok ustadır. Çeşitli yöntemlerle bu duvarları, pekiştirir; adeta kaleleri koruyan surlar haline getirir. Hatta bu surlar, katmanlar halinde arka arkaya sıralanmışlardır. En çok kullanılan yöntem örf ve adetler ile dinsel sınırlamalardır. Bizler ana babalarımızdan, atalarımızdan böyle gördük, bunların tartışılması bile olmaz gerekçesinin arkasına sığınırız.

Yazımızın başında, ruhsal bunalımdaki kişilerin, zihinlerinde yarattıkları sanal duvarların içinden asla çıkamadıkları, bu duvarların içine girilmesine de izin vermediklerinden söz edilmişti. Gayet tabidir ki zihinde yaratılan bu sanal duvar, davranışlara ve ilişkilere de etki etmekte kişileri kendi yarattıkları hapishane içerisinde çürümelerine sebep olmaktadır. Aslında tüm insanlık aynı durumda değil mi? Hepimiz kendi hapishanelerimiz içinde çırpınıp duruyoruz. Diğer bir deyişle ruhsal bir bozukluk içerisindeyiz, ama hepimiz aynı durumda olduğumuzdan bu durum bize çok normalmiş gibi gelmektedir. Ne yazık ki bunun bilincinde de değiliz, bunu seslendirenlere de hoş gözle bakmıyoruz. Çevremiz tarafından tenkit edileceğimiz, belki de azarlanacağımız korkusuyla, ya da yalnız kalacağımız korkusuyla kendi hapishanemizde yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü bu durumdan kurtulmak büyük bir zekaya ve cesarete ihtiyaç gösterir.
---------------
(*) Krişnamurti, İç Özgürlük, yol yayınları 1988,beşinci basım,s.143


Sedat YALÇIN

syalcin50@yahoo.com


1740










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)