Erol ÇINAR
Kutsal Mekânların Düşündürdükleri
Dün geceden beri yaÄŸmur olaÄŸanca ÅŸiddeti ile devam ediyor. Derler ya bardaktan boÅŸanırcasına yağıyor. Pencereden dışarı bakıyorum. Sırılsıklam bir kent karşımda duruyor. Gri bir fon önünde yedi tepe üzerine kurulmuÅŸ bana göz kırpıyor sanki. Çoktan hazırım, masal kentin yüreÄŸine koÅŸmaya. Åžemsiyemi açarak, kendimi yaÄŸmurun ritmine bırakıyorum. Yollar bomboÅŸ. Günlerden Cumartesi, saat dokuz civarı. Neva Åžalom Sinagogu’na ıslanmış bir durumda ulaşıyorum. Bir arkadaşımın oÄŸlunun Bar-Mitzva töreninin yapılmakta olduÄŸu seremoniye katılıyorum. Bar-Mitzva, İbranice olarak görevin oÄŸlu anlamına geliyor. On üç yaşına eriÅŸen Musevi oÄŸlan çocukların, artık cemaatin hakiki birer üyesi sayılmalarına dair bir kutsama ve kutlama töreni.
Aynı günün öğle saatleri. Åžimdi de Balat semtindeyim. FotoÄŸraf yapma adına keÅŸif turundayım. Elimde küçük bir fotoÄŸraf kamerası var. Duvarın dibine toplanmış, güvercinleri görüyorum. Ekmek kırıntılarına akın etmiÅŸler. Tam parmağım deklanşöre dokunacaktı ki, mahalle kilisesinin çanları çalmaya baÅŸlamaz mı?, bütün güvercinler korkuyla havaya fırlayıverdi. Öğrendim ki her öğlen aynı saatte Ermeni Kilisesi’nin çanları duyulurmuÅŸ bu semtte.
Yorucu bir gün geçiyorum. Amacım bir an önce eve gitmek. Yağmur hala yağıyor. Akşam oldu bile. Yatsı namazının ezanı minareden yankılanıyor. Sokaklarda namaza yetişmek için koşuşturan insanları görüyorum.
Eve girdiğimde tek kişilik seyahatimi tamamlamış oluyorum. Biraz mistik, biraz da yalnız geçmişti bugün. Camın kenarına oturduğumda kutsal mekanları düşünüyorum; Heybetli camileri, köşeli hatlarıyla donatılmış kiliseleri, sembollerle süslenmiş sinagogu.
İstanbul sürekli bu görüntülere ev sahipliği yapıyor. Yüzyıllar önce kurulan bu kent tarihini parça parça koruyor. Önce Tanrıların koruması altında olan, sonra yerini Hıristiyanlığa bırakan, ardından İslamiyet adına upuzun minarelerin yükseldiği İstanbul, bize yalnızca kutsal mekânların görkemi ve sıra dışı konumuyla değil, aynı zamanda üç farklı dinin getirdiği zenginliğiyle beni şaşırtmaya devam ediyor. Kiliseli, sinagoglu, camili bir kent burası. Elbette evrende bulunan her kent, İstanbul kadar şanslı değildir. Buna rağmen yine de her kentte az ya da çok kutsal mekân bulunur.
Yeryüzündeki her varlığın, şifrenin, kodun ve daha birçok olgunun can bulduğu mekânları vardır. Tanrının bile. Özellikle toplumsal dinamiklerin kırsal alanlardan kentlere kayması kutsal mekânların kentte örgütlenmesini ve inşa edilmesini gündeme getirdi. Dünya üzerinde yüzlercesine rastladığımız, akıl almaz bir süs ve gösteriş ile inşa edilen kutsal mekânlar, bir inancın ve onun sahibi tanrının bu dünyadaki gölgeleridir. Bunların birçoğu sevimli, eski, ama sanki bu dünyaya ait değil gibi görünen kent köşeleridir. Kutsal her mekân dokunulabilirliği ile somut bir gerçekliği bize sunarken, barındırdığı inanç dünyası ile de sanallığı içinde yaşatır. Tanrıya ya da kutsal olana yakın olmak istediğimizde kendimizi ait hissettiğimiz dinin dünyadaki bu merkezlerinde yer alırız. Yalnızlıktan acı çekip sığındığımız, özgürlüğümüzü zevkle sınırladığımız, inanç duygusu ile içinde bulunduğumuz bu mekânlar insanların kendi gönüllü hapishaneleridir. İnsanlar kutsallık ile bu mekânlarda buluşurken, mekânlar da kendilerine kazandırılan anıtsallık düzeyindeki eşsiz mimari yapıları ile cemaatlerini tepeden izlerler. Kentler bütününün parçaları olan bu mekânlar sürekli devinim içindedirler. Onlar, bu dönüşüm sırasında atfedilen değer ve anlamlar ile yeniden üretilirler.
Bugün kutsal mekânlar, birçok insan için tüm mekânlardan daha ayrıcalıklı bir hale gelmiÅŸtir. Brecht’in 1950’lerde akıl yolunun ve bilimin gerçekleri karşısında “Peki ya Tanrı, böyle bir dünyada o nerede?” sorusuna Galilei’nin aÄŸzından verdiÄŸi ÅŸu yanıt, biraz düşünmesini bilenlere Tanrının da, dünyanın da, insanında yerini açık seçik gösterebilecek niteliktedir. “İçimizde ya da hiçbir yerde.” Tanrıyla iliÅŸkinin ancak içselleÅŸtirildiÄŸi taktirde bir anlam taşıdığını bilmeyenler çoÄŸunlukla kutsal mekânları mesken tutarak oraları yüceleÅŸtirirler. Bu mekânları duyumsamak ve daha iyi tanımaktan kaçınan insanlar, aynı zamanda “kutsallık nerede yaÅŸanır?” sorusunun cevabından da kaçarlar.
Åžu anda mutluyum. Bugün gök ile yer arasındaki köprünün yeryüzündeki kapısı olmak için inÅŸa edilen üç fiziksel yapıyla buluÅŸtum. Bu fiziksel yapılar, çeÅŸitli yollardan manevi yaÅŸamımı tazeledi. Aklım hala cevabını bulamadığım soruda. “Kutsal mekânları görkemli inÅŸa etme arzumuz, içimizdeki boÅŸluÄŸun büyük olmasından mı kaynaklanmaktadır?”
Erol ÇINAR
erol.cinar@doruk.net.tr
Dün geceden beri yaÄŸmur olaÄŸanca ÅŸiddeti ile devam ediyor. Derler ya bardaktan boÅŸanırcasına yağıyor. Pencereden dışarı bakıyorum. Sırılsıklam bir kent karşımda duruyor. Gri bir fon önünde yedi tepe üzerine kurulmuÅŸ bana göz kırpıyor sanki. Çoktan hazırım, masal kentin yüreÄŸine koÅŸmaya. Åžemsiyemi açarak, kendimi yaÄŸmurun ritmine bırakıyorum. Yollar bomboÅŸ. Günlerden Cumartesi, saat dokuz civarı. Neva Åžalom Sinagogu’na ıslanmış bir durumda ulaşıyorum. Bir arkadaşımın oÄŸlunun Bar-Mitzva töreninin yapılmakta olduÄŸu seremoniye katılıyorum. Bar-Mitzva, İbranice olarak görevin oÄŸlu anlamına geliyor. On üç yaşına eriÅŸen Musevi oÄŸlan çocukların, artık cemaatin hakiki birer üyesi sayılmalarına dair bir kutsama ve kutlama töreni.
Aynı günün öğle saatleri. Åžimdi de Balat semtindeyim. FotoÄŸraf yapma adına keÅŸif turundayım. Elimde küçük bir fotoÄŸraf kamerası var. Duvarın dibine toplanmış, güvercinleri görüyorum. Ekmek kırıntılarına akın etmiÅŸler. Tam parmağım deklanşöre dokunacaktı ki, mahalle kilisesinin çanları çalmaya baÅŸlamaz mı?, bütün güvercinler korkuyla havaya fırlayıverdi. Öğrendim ki her öğlen aynı saatte Ermeni Kilisesi’nin çanları duyulurmuÅŸ bu semtte.
Yorucu bir gün geçiyorum. Amacım bir an önce eve gitmek. Yağmur hala yağıyor. Akşam oldu bile. Yatsı namazının ezanı minareden yankılanıyor. Sokaklarda namaza yetişmek için koşuşturan insanları görüyorum.
Eve girdiğimde tek kişilik seyahatimi tamamlamış oluyorum. Biraz mistik, biraz da yalnız geçmişti bugün. Camın kenarına oturduğumda kutsal mekanları düşünüyorum; Heybetli camileri, köşeli hatlarıyla donatılmış kiliseleri, sembollerle süslenmiş sinagogu.
İstanbul sürekli bu görüntülere ev sahipliği yapıyor. Yüzyıllar önce kurulan bu kent tarihini parça parça koruyor. Önce Tanrıların koruması altında olan, sonra yerini Hıristiyanlığa bırakan, ardından İslamiyet adına upuzun minarelerin yükseldiği İstanbul, bize yalnızca kutsal mekânların görkemi ve sıra dışı konumuyla değil, aynı zamanda üç farklı dinin getirdiği zenginliğiyle beni şaşırtmaya devam ediyor. Kiliseli, sinagoglu, camili bir kent burası. Elbette evrende bulunan her kent, İstanbul kadar şanslı değildir. Buna rağmen yine de her kentte az ya da çok kutsal mekân bulunur.
Yeryüzündeki her varlığın, şifrenin, kodun ve daha birçok olgunun can bulduğu mekânları vardır. Tanrının bile. Özellikle toplumsal dinamiklerin kırsal alanlardan kentlere kayması kutsal mekânların kentte örgütlenmesini ve inşa edilmesini gündeme getirdi. Dünya üzerinde yüzlercesine rastladığımız, akıl almaz bir süs ve gösteriş ile inşa edilen kutsal mekânlar, bir inancın ve onun sahibi tanrının bu dünyadaki gölgeleridir. Bunların birçoğu sevimli, eski, ama sanki bu dünyaya ait değil gibi görünen kent köşeleridir. Kutsal her mekân dokunulabilirliği ile somut bir gerçekliği bize sunarken, barındırdığı inanç dünyası ile de sanallığı içinde yaşatır. Tanrıya ya da kutsal olana yakın olmak istediğimizde kendimizi ait hissettiğimiz dinin dünyadaki bu merkezlerinde yer alırız. Yalnızlıktan acı çekip sığındığımız, özgürlüğümüzü zevkle sınırladığımız, inanç duygusu ile içinde bulunduğumuz bu mekânlar insanların kendi gönüllü hapishaneleridir. İnsanlar kutsallık ile bu mekânlarda buluşurken, mekânlar da kendilerine kazandırılan anıtsallık düzeyindeki eşsiz mimari yapıları ile cemaatlerini tepeden izlerler. Kentler bütününün parçaları olan bu mekânlar sürekli devinim içindedirler. Onlar, bu dönüşüm sırasında atfedilen değer ve anlamlar ile yeniden üretilirler.
Bugün kutsal mekânlar, birçok insan için tüm mekânlardan daha ayrıcalıklı bir hale gelmiÅŸtir. Brecht’in 1950’lerde akıl yolunun ve bilimin gerçekleri karşısında “Peki ya Tanrı, böyle bir dünyada o nerede?” sorusuna Galilei’nin aÄŸzından verdiÄŸi ÅŸu yanıt, biraz düşünmesini bilenlere Tanrının da, dünyanın da, insanında yerini açık seçik gösterebilecek niteliktedir. “İçimizde ya da hiçbir yerde.” Tanrıyla iliÅŸkinin ancak içselleÅŸtirildiÄŸi taktirde bir anlam taşıdığını bilmeyenler çoÄŸunlukla kutsal mekânları mesken tutarak oraları yüceleÅŸtirirler. Bu mekânları duyumsamak ve daha iyi tanımaktan kaçınan insanlar, aynı zamanda “kutsallık nerede yaÅŸanır?” sorusunun cevabından da kaçarlar.
Åžu anda mutluyum. Bugün gök ile yer arasındaki köprünün yeryüzündeki kapısı olmak için inÅŸa edilen üç fiziksel yapıyla buluÅŸtum. Bu fiziksel yapılar, çeÅŸitli yollardan manevi yaÅŸamımı tazeledi. Aklım hala cevabını bulamadığım soruda. “Kutsal mekânları görkemli inÅŸa etme arzumuz, içimizdeki boÅŸluÄŸun büyük olmasından mı kaynaklanmaktadır?”
Erol ÇINAR
erol.cinar@doruk.net.tr
"Erol ÇINAR" bütün yazıları için tıklayın...
