BİRİNCİ ZİL!
Huizinga “Homo Ludens” adlı çalışmasında insanın aslında oyun oynayan bir hayvan olduğunu söylemeye çalışır! Buradaki hayvan sözcüğüne iyi anlamda yaklaşmakta yarar var: dahası, oyun oynayan hiçbir iki ya da dört ayaklıdan zarar gelmez.
Huizinga’nın teorisini geriye doğru sardırmak lazım gelirse, bu tezi en erken biçimde Akdeniz havzasının hayatla buluşturduğunu görüyoruz. Doğanın öz suyunu simgeleyen Bacchus onuruna yapılan şenliklerin merkezinde, hayatın “taklidi” var çünkü. Sonuç olarak yapılan işin, gündelik hayatla insan aklının buluşturma, yine insan zekasının ışıldattığı ironiyle sıradanlığı alt etme işlemi olduğunu söylemek mümkün. Bu arada dans ve ilahilerin güzelleştirdiği Dionysos Şenlikleri’nin merkez üssünün Atina olduğuna bakmayın siz; bölge fazlasıyla geçirgen aslında! Hangi konuda mı? Her konuda diye yanıtlayalım bunu. Kutsal suyun yaşamı güzelleştiren efsunundan tutun da, demokrasinin nimetleri üzerine uzun ama bir o kadar doyumsuz diyaloglarla zenginleştirilen hayli çekici bir listeden söz ediyoruz.
İnsanı yaşadığı hayatı anlamlı kılan bir varlık olarak tanımlayanların (en azından bunu konu edinenlerin) yine aynı coğrafyanın insanları olduğu da bir gerçek değil mi? Aıskhylos’tan, Euripides’ten, dahası Sofokles’ten dem vurmanın zamanıdır şimdi. Yaşamın çarpıcı bir metodolojisi olarak tanımlanabilecek tragedya geleneği, iki bin yıl öncesinden ve dünyanın en eski, en güzide medeniyetinden bizlere göz kırpıyor. Peki olay nerede geçiyor? Evet, can alıcı soru burada gizli. Uygarlığın filizlendiği o kutsal mekanlar adına verilen savaşımlara duyarsız kalmak olanaklı mı acaba? Günümüze bakalım; yöreye yapılacak büyük alışveriş merkezlerinin inşasında, örneğin zemin katlara garaj yerine tiyatro salonları kondurulması konusunda bölge belediyelerinin ısrarı çok mu fantezi olurdu dersiniz?
Evet, sonunda o büyülü sözcüğü fısıldadık işte: “Tiyatro”dan söz ettik. Uygarlığın önemli göstergelerinden birini “sahneyle buluşturduk” ve onun soluğunu gök kubbeye gönderdik. Üstelik bunu bir evrende, bir dünya olarak tarif ettiğimiz sahnede gerçekleştirdik! Shakespeare üstadın “her yer bir tiyatrodur” deyişi elbette hoş ve romantik ama yine de çarşıda yürürken az önce başlamış olan bir komediyle yüz yüze gelmek o kadar da kabule açık görünmüyor; yani yapılan iş bir “happening” değilse tabii! Sonuç olarak mekanı kutsamaya devam edelim ve insan soyuna yakışan bir direngenlikle en doğal hakkımızı talep edelim! Varız; öyleyse bize yakışır bir mekanda oynamak istiyoruz!
Tiyatronun iki kalas bir heves olduğu noktaya döndük belki ama, mekanların o kendine has büyüsünü, giderek albenili mimarisinin şu uygarlık serüvenine katkısını nasıl inkar edebiliriz! İnsanlık hallerini koroya yükleyip zamanın çığlığına dönüştüren bu güzel geleneği, kendilerine saygıyla yaklaşılan o ilahi amfi tiyatrolarda yaşatmayı sürdürmek günümüzde bir insanlık borcu kanımca. Bu noktada hayli şanslı bir coğrafyada yaşadığımızın ayırtına varalım ve sözünü ettiğimiz şu kutsal tapınaklardan fazlasıyla nasip aldığımızı hatırlayalım.
Ege’nin uygarlık konusundaki bayraktarlığını yüceltmek değil bu yazıdaki muradım. “Avicenna”yla tıp ilminin kapısını aralayan bir yolculuğu İbn_i Sina’yla buluşturan bir süreci akıl tartısına vuran bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Assos’ta matematik, mantık, dahası ahlak üzerine dersler veren Aristo’ya kucak açmış bir coğrafyanın incelmiş bir duyarlılıkla harman olmasını kabullenmek çok mu zor acaba? Sırası gelince göğsümüzü gere gere Homeros’un İzmirli olduğunu da söylemekten geri durmuyoruz; ya Bertrand Russell’e göre felsefenin başlatıcısı Milet’li Thales’le aynı havayı teneffüs etmek bir ayrıcalık değil mi?
Sözü Foça’ya getirmenin zamanı geldi artık. İnsanlık mirasının eşsiz tapınaklarından biri olan tiyatroları yaşatmak ciddi bir görev günümüzde; yinelemiş olmaktan gocunmuyorum. Hepimiz tanığı olan bir durum var; kazılar devam ediyor güzel beldemizde. Toprağın altına saklı o büyük mirasla hangi zaman diliminde buluşacağımız ise şimdilik bir muamma! Ama bütün bu süreç içerisinde bizim kendi amfi tiyatrolarımızı oluşturmamız gerçekten çok mu zor dersiniz? Yatak kapasitesini yükselten çok yıldızlı projelerin hemen yanına kondurulacak bir başka proje olamaz mı şu sözünü ettiğim? İsterseniz önce şu tuhaf paradoks açıklayarak işe başlayalım: Bir yabancı bir yöreye neden itibar eder dersiniz? Kültüre, insana, doğaya dokunmak için elbette. Oysa çağımızın insanı şu yabancı katsayısını artırmak için yine o insanların yöreye gelme gerekçelerinden vazgeçebiliyor kolaylıkla. Doğa, kültürel miras ilk elden çıkarılan olabiliyor! Hani Eşref’in “Git gide zulmetmeye elde ahali kalmıyor” deyişini hatırlatan bir durum bu. Elimizdeki kıymetin farkında olmak bir zorunluluk! Bir başkası ise bu “kıymete” öncelikle sizin bakışınız üzerinden değer biçebilir yalnızca.
Sözün kısası, Foça’ya amfi tiyatro yakışacaktır. Çünkü bu belde bir kültür beldesidir. Hayata geçirilecek bir kültür kompleksi, oyun oynayan insanın hemen yanına düşünen, sorgulayan insanı da yerleştirecektir. Çünkü Aristo’nun, Thales’in, Homeros’un başlattığı bir güzel gelenek çok boyutlu olarak, dahası dipdiri bir biçimde karşımızda duruyor!
Belki de bir düş kurdum; tıpkı Martin Luther King gibi! Ama bu gerçek olmanın da ötesinde, “oyun”la sınırlı bir düş. Gerçek sözcüğünün hemen sonrasında açacağınız bir parantezin içine ne çok sözcük yerleştirebilirsiniz! Ancak unutmayalım ki, özgürlüğün, aydınlığın, uygarlığın hemen arkasında size bilgece gülümseyen bir “homo ludens” olmadıktan sonra tüm bu çabalar boşunadır. Hayatı taklit etme hoşgörüsüne, dahası onunla eğlenme becerisine sahip olamayan bir toplumun hiçbir talebi ciddiye alınamaz; çünkü o zaten kendisini yalnızca elindekiyle yetinme öğretisiyle sınırlandırmıştır.
İşte bu tragedya asla sahnelenemez! Bu da yazımızın son paradoksu olsun!
Foça için şu an için yalnızca hoşluk olan amfi tiyatroya sahip olma düşüncesinin, ileride bu şakayı sahneye taşıyacak kadar güçlü olduğuna da inanmak istiyorum. Kim bilir, bu belki de bir düş değildir…
Öyleyse şimdiden iki bilet lütfen!
www.ahmetonel.com
|