Din ve Ahlâk Üzerine (Japon’ların dünyaya verdikleri ders )
Bizim bu dünyadaki deneyimimiz, sınavımız, sadece inandıklarımızla değil
yaptıklarımızla ilgilidir. Aksi takdirde ilâhi adalet tam bir komedi olurdu.
Yeryüzünde yaklaşık 6 milyar insan yaşamaktadır. Dünyanın dört bir yanına dağılmış olan bu insanlar çok değişik yaşam tarzlarına sahiptirler. Günümüzde, medeni dünya olarak tanımlayabileceğimiz kesimdeki halklar, bir peygambere ve bir kitaba sahip olmakla övünürler. Toplumsal ve bireysel ahlâk oluşumu üzerinde birçok faktörün etkisi vardır. Dini inanışların, gerek bireysel, gerekse toplumsal ahlâk üzerinde çok önemli etkisi olduğu kabul edilir. Ancak kitaba dayalı bir dine inanmanın, ahlâklı olmakla bir paralellik gösterdiğini iddia etmek ne derece doğrudur? Toplumsal ahlâk, özellikle, büyük toplumsal sarsıntılardan sonra (doğal afetler, ekonomik krizler, savaşlar...) devlet kontrolünün zayıflaması esnasında kendini belli eder. Böyle anlarda kargaşa, talan, yağmalama, soygunlar yaşanıyorsa toplumsal ahlâkın varlığından söz etmek sanırım mümkün değildir. Örneklersek eğer; A.B.D. Katrina kasırgasından ve A.B.D.nin orta kesimlerinde meydana gelen sel felâketinden sonra yaşanan kargaşa ve yağmalama olayları; birçok Avrupa ülkesinde çeşitli tarihlerde yaşanan kargaşa, yağmalama olayları ile ülkemizde 1999 Gölcük depreminde ve 2009 Temmuz’unda İstanbul’daki sel felaketinde yaşanan karmaşa ve yağmalama olayları...
Mart 2011 tarihinde, Japonya’da meydana gelen deprem ve tusunami adeta tüm tabuları yıkıp geçti.
Şimdi biraz Japonların deprem sonrası sergiledikleri tavırlardan söz edelim. Bu kadar büyük bir felâkete uğramalarına karşın, ortada sağa sola koşuşan bir kalabalık yok. Salya, sümük ağlayıp “nerede bu devlet” diye yırtınan yok. Yardım noktalarına saldıran yok. Herkes tek sıra olarak yardım almak için bekleşiyor. Ne birbirini ezme, ne de, öne geçmek isteyenler var. Dükkânlarda, raflarda az miktarda mal kalmış olmasına rağmen, cam çerçeve indirip talan yok. Herkesi şaşırtan ise yağmalama olayının gözlenmemesi. Bu konuda çok çarpıcı resimleri (insanların, genci, yaşlısı birbirlerine ne kadar saygılı davrandıklarını gösteren) yazılı ve sözlü medyada hepimiz gördük. Onurlu bir toplum örneğini adeta sergilemekteler tüm dünyaya.
Katoliklere ait bir web sitesinde, Hıristiyan olmamalarına karşın, Japonların nasıl bu kadar ahlâklı olabildikleri sorgulanıyor. Bu kadar yüksek insani vasıflara sahip olmaları yadırganıyor. Japonların bu davranışı, ahlâklı olmak için illa, bir peygambere ve bir kutsal kitaba sahip olmak gerekmediğini ortaya koymuş olmuyor mu? Ve bunu uygulamalı olarak tüm insanlığın gözleri önünde, çeşitli yayın organları vasıtası ile sergilemiyorlar mı Japonlar! Çok ilginç bir durum.
Japonlar, bilindiği gibi Şintoizm ve Budizm inanışı sergilerler (*). Yani, Japonlar peygambersiz ve de kitapsız bir toplumdur. Japonların yaşadıkları deprem felâketinden sonra gösterdikleri bu, onurlu, yüksek insani vasıfları, ahlâklı olmak için bir peygambere ve dini bir kitaba sahip olmak gerekir iddiasında olan üç büyük dinin mensuplarını, bir özeleştiri yapmaya sevketmiştir. Hıristiyan dünyasında bu konu tartışmaya açılmış olmasına karşın, diğer iki büyük dinin din adamları ise, bu hususu görmezden gelmeyi seçmiş görüntüsü sergilemektedirler.
Dinlerin kutsal kitapları mükemmel kabul edilir mensupları tarafından. Anayasa çok mükemmel olabilir. Ancak esas olan onun toplum tarafından ne kadar benimsendiği, hayata geçirilmiş olduğudur. Hayata geçirilmeyen, kâğıt üzerinde kalan bir şeyin, kıymeti harbiyesinin de olmadığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Yazının başında belirtilen veciz cümledeki gibi, bizim bu dünya hayatındaki sınavımız sadece inandıklarımızla değil, yaptıklarımızla ilgilidir. Yoksa ilâhi adalet tam bir komediye dönüşürdü. Görünen o ki, üç büyük dinin ortaya çıkışından bugüne kadar 2000 seneyi bulan bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen, ne yazık ki kutsal kitaplarda yazılanları hayata geçirme becerisini gösterememişlerdir. Veya dinlerin, toplumsal ve bireysel ahlâk üzerinde sanıldığı kadar büyük bir etkisi olmadığını kabul edeceğiz.
Belki de Japonya’da gözlenen bu büyük felâket, insanlığın önüne yeni yollar açabilecektir. Onurlu, yüksek insani değerlere sahip toplumlar meydana getirmek için, diğer bir deyişle, ahlâki vasıfları gelişmiş toplumlar yaratmanın dinsel, sosyolojik çözümlemelerini yeniden ele alınma zorunluluğunu getirecektir. Yanlış anlaşılmak istemem, amacım asla dinleri kötülemek değil. Bu yazı Japonlar gibi yüksek insani değerler sergileyemememizin üzüntüsü ile kaleme alınmıştır.
---------------
*Vikipedi, özgür ansiklopedi ; Örneğin düğün törenleri genelde şinto dininin kurallarına göre de yapılır. Cenazelerde ise genelde Budist törenler uygulanır. Şinto ülkenin yerli dinidir. Ormanlarda, dağlarda, denizlerde, kısacası doğada "kami" denilen ruhların yaşadığına inanılırdı. Doğa ile uyum içinde yaşayan eski topluluklar bu ruhları sayarlardı. Bu inanç Şinto dininin temelini oluşturur. Sonraları bu ruhlara atalar ve kahramanlar da eklendi. Bazı evlerde bu ruhlara yiyeceklerin sunulduğu "tanrı rafı" bulunur. Budizm ise Şinto'dan farklı olarak 6. yüzyılda, Çin ve Kore yoluyla Hindistan'dan gelmiştir. İlk kez 16. yüzyılda Portekizli denizciler aracılığıyla gelen Hıristiyanlık ise Japon nüfusun küçük bir kısmınca benimsenmiştir. Yaklaşık 100.000 civarında Müslüman vardır.
syalcin50@yahoo.com
|