İKİNCİ ZİL!
O gün hava soğuk mu soğuktur! Soğuk ne kelime, hava ayaza, yerlerse buza kesmiştir. Orta yaşlı adam, yine de bin bir güçlükle söyleşi yapacağı salona ulaşır. Zaman yitirmeden sahneye çıkar ve… donup kalır. Onu dışarıdaki havadan daha bir üşüten durum şudur: koca salona dağılmış halde oturmakta olan izleyiciler dört kişiyle sınırlıdır! Koca adam hiç istifini bozmaz, mikrofona yaklaşır, önce bir öksürük patlatıp sesini kontrol eder; sonra da vecizesini yumurtlar! “Beyler!” der, o tumturaklı sesiyle… “Ben yazar, oyuncu, yönetmen, yapımcı, müzisyen, ressam Orson Welles. Yani ki, sizlerin toplamından daha kalabalığım. Bu nedendir ki, sanırım konuşmama da hiç gerek yok!”
Olay ellili yıllarda Kanada’nın küçük bir kentinde geçiyor. O kent, ne denli küçük olursa olsun bizim güzel kasabamızdan daha büyüktür elbette. Demem o ki, Foça’ya henüz izleyici sayısından daha kalabalık bir konuşmacı! belki de henüz gelmedi ama bu durum hiç kimseyi rahatlatmamalı!
Biraz muhalefet yerinde olacaktır artık. Neye mi? Yöreye hiç yakışmayan atalete elbette! Hemen yakınlarımızda yer alan Dikili’ye, Karaburun’a, Adatepe’ye… bakınca bir Foça sakini olarak bizim bu yörede neden maya tutturamadığımız gerçekten de yanıtını bulamadığım bir sorudur.
Düşlerimden birini fısıldayıvereyim öyleyse. Foça’ya bir “Kültür ve Sanat Akademisi”nin kazandırılması, belki de gerçek bir ütopya ama hadi bunun kadar savlı olmasa bile, daha kalenderce bir oluşumu neden hayata geçiremeyiz, anlayabilmiş değilim. Yöremizde düşünür, sanatçı, kültür adamı, aydın.. elbette fazlasıyla var. Eksiklik belki de “helvayı karamamakla” ilgili. Bunun için öncelikle istekli olmak gerekiyor; gençlerin bu konuda talepkâr olmasını beklemek ise çok mu romantik kaçar dersiniz?
Geçmiş yıllarda Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen kültür/sanat söyleşileri de sessiz sedasız çıkıp gitti hayatımızdan; açıkçası, bunun eksikliğinden hayıflanan kimseye de rastlamış değilim. Bu türden oluşumlar, yinelemekten geri durmuyorum, öncelikle toplumsal talebin bir sonucudur.
Yaşamı billurlaştıran düşüncenin ve onun güzel meyveleri olan kültürel paylaşımın eksikliğinden rahatsız olmamak, sonuçta farklı alanlardaki “yazıklanmaları da” geçersiz kılacaktır. İnsan olmanın ayrıcalığı ve güzelliği ortak duygularda, insanlık erdemlerinde ve elbette onların somutlaşmış yapıtlarında bizleri buluşturmasıyla anlam kazanır.
Doğanın bir kez daha kendisini tazelediğine tanıklık ettiğimiz günler. Hıdırellez’i geride bırakalı daha bir iki gün oldu; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ise sessiz bir katar gibi geçip gitti hayatımızdan; önümüzde Gençlik ve Spor Bayramı var ve doğrusu ufukta bütün bunları anlamlı kılacak herhangi bir çabanın görünmemesi insanı hüzünlendiriyor.
Ulusal coşkunun, kitap sevgisinin, ortak duyguyu hayata geçirebilecek daha pek çok erdemli buluşmanın alanlarımızı aydınlatmasını, salonlarımızı çınlatmasını beklemek çok mu gerçekleştirmesi zor bir dilektir?
En büyük korkum da yazının başında söylediğimle ilgili: Bütün bunların gerçekleştiği noktada, etkinliklerin yörede “itibar görmeyeceği” korkusu, belki de insanların farkında olduğu ve kolay dile getiremedikleri bir başka gerçek…
Oysa bir yerden başlamak gerekiyor… “Geç kalmanın” faturası yalnızca pişmanlıkla sınırlı değil çünkü…
www.ahmetonel.com
|