
Ahmet ÖNEL
Yaz Okumaları: 3
YEMEYE İÇMEYE VE AÇILMAYA DAİR!
Ünlü bir söz vardır, herkes bilir: “Bana ne yediÄŸini söyle, sana kim olduÄŸunu anlatayım!”
Savarin söylemiÅŸ bunu. Yiyip içtiÄŸimizin bizleri belirlediÄŸini bir biçimde dile getirmiÅŸ ünlü Fransız düşünür. ÖzdeyiÅŸi gereÄŸinden fazla ciddiye alıp bilimsel tabana oturtmak iÅŸi bırakalım bilim adamlarına kalsın; ancak yemenin içmenin “edebiyata” böylesine sindirildiÄŸi bir dönemi de mumla arasak bir daha kolay kolay bulamayız sanırım. Åžu sıcak yaz günlerinde yemek kitaplarının “yazınsal yetkinliÄŸinden” söz etmenin de sırası deÄŸil elbette ancak, okurlar çok satanlar listesinde “bol salçalı” ürünlerle burun buruna geldiklerinde şöyle bir sarsılacaklardır mutlaka. Çok okumak, çok tüketmek, giderek çok “atıştırmak” kavramlarının birbirine karıştığı noktada ise, bir kısım kitapların “peynir ekmek” gibi gitmesinin gerekçesi de böylelikle su yüzüne çıkmış olacak .
Yazıyı yeniden kendi rotasına davet edelim ve yeme içme kültürünün “yazınsal türlerle” girdiÄŸi akrabalık iliÅŸkileriyle sınırlı kalmayı deneyelim. Sözü bu noktaya getirince ünlü Rebelais’in Gargantua’sından bir iki cümleyi yazıya taşımak kaçınılmaz oluyor: “Ben günahkar kulunuz susamadan katiyetle içmem. Åžimdiki susuzluÄŸum içi deÄŸilse bile, gelecekteki susuzluÄŸuma içerim. Benim için ebediyet içmedir ve içme de ebediyet!” Tabii, çaÄŸlar sonra bu güzelim ve anlamlı özdeyiÅŸ bir parça deÄŸiÅŸmiyor deÄŸil hani. “Benim için edebiyat içmedir, içme de edebiyat!..” Bu izinsiz deÄŸiÅŸikliÄŸi, yazın uÄŸraşının “likit katkıya” gereksinim duyduÄŸunu belirtmek için deÄŸil, aksine “likitte boÄŸulup gitme tehlikesine karşı “ bir uyarı gerekçesiyle belirtmiÅŸ bulunuyorum.
Sofra, edebiyatın arenasıdır aslında. Bu arenada yalnızca kanlı kıyımlar yaÅŸanmaz. Kadeh diplerinin “çın çın” öpüştüğü bu alanlar, “edebi lezzetin hesapsızca paylaşıldığı” kurtarılmış bölgelerdir aynı zamanda. Bir ÅŸiirin saatlerce süren açılımları baÅŸka nerede ete cana bürünebilir ki, söyleyin! Bir roman, her ne kadar üstü kalabalık da olsa ÅŸu meÅŸhur masaya yatırılır ve bir güzel ameliyat edilir. YaÅŸayıp yaÅŸamayacağına dair karar orda verilir, iyi kötü bir ömür yine o masada biçilir! Bu tür masaların donatılmasında öyle fazla zorlanılmadığı da bir gerçektir bu arada. Kimi edebiyat aşıkları, hiçbir gerekçe bulamazlarsa, örneÄŸin Saatli Maarif Takvimi’ne şöyle bir göz atıp Orhangazi’nin KurtuluÅŸu’nu kutlamaya niyet edebilirler! Ödül törenleri, anma geceleri, ilk yapıtların kutlanması, son yapıtların kutsanması.. Kısacası yazın sanatı “sanatlı masalarla” dirsek temasını her daim sürdürecektir. Veciz sözler, tarihi tespitler, anlık dedikodular ve çarpıcı gerçekler çoÄŸunlukla peçetelerin üstünde kalmaya mahkum olabilir, ancak unutmamak gerekir ki bu da törenin bir parçası, ritüelin bir vazgeçilmezidir. Ayrıca, bir ertesi sabah kimse bu gerçeklerle yüz yüze gelmek istemez. Mide asidini düzenlemek ve alkolün tahribatını önlemek için alınan ilaç belleÄŸin nankörlüğünü saÄŸlamakla da görevlendirilmiÅŸtir sanki. Yazınsal gerçeklerin, patlıcan kızartmasının kokusu kadar hükmü yoktur. Anason sırdaÅŸ, üzüm suyu ise ketumdur!
İşin bir baÅŸka ilginç yanı da, mutfaÄŸa –özellikle meze kültürüne- böylesine sargın yazın dünyamızın, olay ve mekan konusunda mutfaÄŸa hiç iltifat etmeyiÅŸiyle ilgilidir. Üç tarafı denizlerle çevrili edebiyatımızın denize fazla yüz vermemesi gibi. –Bir kısım araÅŸtırmacılar, durumu su fobisiyle açıklıyorlar. Anlaşılan “içelim açılalım” özdeyiÅŸi bu korkuyu bir biçimde alt etme çabası gizliyor içinde. Kulaç yerine damak, nefes açmak yerine yeni bir ÅŸiÅŸe açmak ve sırtüstü yerine bel altı!- Sonuçta, yazmak yerine yazıya malzeme olmayı yeÄŸliyoruz belki de. Konusu restoranlarda geçen romanları da batılılar yazıyor. Son sayfada muzip bir biçimde gülümseyen katil aşçı, çevrilmediÄŸi müddetçe suçunu asla Türkçe itiraf etmiyor!
Yemeyi içmeyi bir yaÅŸam biçimi olmanın ötesinde gerçek edebiyata kazandıran yazarlar elbette var, bu arada. “Oblomovluk” kavramının yaratıcısı Gonçarov, yine aynı adlı romanında ÅŸunları söyletiyor kahramanına: “Sabahleyin kalkarım. Gök gözalabildiÄŸine mavi. Yıkanmak için banyoya girerim. Dönüşümde banyonun kapısı açılmıştır. Karım beni bekliyor. Çay hazır, diye fısıldar. Çay ama ne çay! Masaya otururum. Çörekler, kaymaklar, tereyaÄŸları.. Sonra kayığa bineriz. Åžeftalilere, üzümlere bakarız. Sofraya gönderilebilecekleri seçeriz. O sırada mutfakta bir çalışmadır baÅŸlar. Etler kızartılır, sebzeler doÄŸranır. BaÅŸka bir yerde dondurma çevrilmektedir. Yemekten önce mutfaÄŸa uÄŸramak, tencerenin kapağını aralayıp koklamak, kremanın yapılışını seyretmek ne kadar hoÅŸtur…” Oblomov’u küçümsemenin, OblomovluÄŸu hor görmenin bir gizli kıskançlıkla beslendiÄŸini söylemek ne kadar tehlikeliyse, bu konuda ve bilinçaltını da ilgilendiren bir teste gönüllü yazılmanın o denli yürek iÅŸi olduÄŸunu belirtmek gerek. Sonuçta tarihin akışını bu kocaman tencere kapaklarının altından sızan kokular belirliyor çünkü. Aşçıların “ortadan kaldırdıkları” yegane ÅŸey sinirlerini bozan bedenler deÄŸil, bu bedenlerin “akışa” müdahale çabaları. Bu gerçeÄŸin altını ısrarla çizelim.
Yeme içme kültürüne karşı çok mu “kıyıcı” yaklaÅŸtık yoksa? Hiç sanmıyorum! Kutsanmış sofraların yaÅŸamı tazeleyen bir yanı olduÄŸunu söylemekten geri durmadık örneÄŸin. Kimi zaman en soylu yapıtların tohumları bu bol lekeli sofra örtülerinin üstünde atıldı. Yürekten kopup dil uçlarında kilitlenen kimi ölümsüz dizeler, kafası daha az dumanlı bir arkadaÅŸ yardımıyla küçük kağıt parçalarının üstüne nakÅŸedildi. Asıl olan, kadehlerin berraklığını umudun kamaÅŸmasıyla buluÅŸturabilmekte çünkü. Düşte, düşüncede, yaratıda, yaÅŸamda.. insanoÄŸlundan yana olmanın coÅŸkusunu paylaÅŸabilmekte. Yoksa Hamlet’in Horatio’ya söylediÄŸi gibi “cenaze yemeÄŸinin sıcak etlerini düğün sofralarında soÄŸuk et olarak bölüşmeye” bile eyvallah diyebildikten sonra kadeh tokuÅŸturulmuÅŸ, düğün destanlaÅŸtırılmış, güzellik dile gelmiÅŸ, hele hele insan onuru yüceltilmiÅŸ, ne fayda!
Ayrıca “ye” denildiÄŸinde yenen bir yemeÄŸin; “oku” denildiÄŸinde ise okunan bir kitabın kolaylıkla sindirilebildiÄŸi kanıtlanamadı bu güne kadar!
Ahmet ÖNEL
www.ahmetonel.com
YEMEYE İÇMEYE VE AÇILMAYA DAİR!
Aşçı Fok’a!
Ünlü bir söz vardır, herkes bilir: “Bana ne yediÄŸini söyle, sana kim olduÄŸunu anlatayım!”
Savarin söylemiÅŸ bunu. Yiyip içtiÄŸimizin bizleri belirlediÄŸini bir biçimde dile getirmiÅŸ ünlü Fransız düşünür. ÖzdeyiÅŸi gereÄŸinden fazla ciddiye alıp bilimsel tabana oturtmak iÅŸi bırakalım bilim adamlarına kalsın; ancak yemenin içmenin “edebiyata” böylesine sindirildiÄŸi bir dönemi de mumla arasak bir daha kolay kolay bulamayız sanırım. Åžu sıcak yaz günlerinde yemek kitaplarının “yazınsal yetkinliÄŸinden” söz etmenin de sırası deÄŸil elbette ancak, okurlar çok satanlar listesinde “bol salçalı” ürünlerle burun buruna geldiklerinde şöyle bir sarsılacaklardır mutlaka. Çok okumak, çok tüketmek, giderek çok “atıştırmak” kavramlarının birbirine karıştığı noktada ise, bir kısım kitapların “peynir ekmek” gibi gitmesinin gerekçesi de böylelikle su yüzüne çıkmış olacak .
Yazıyı yeniden kendi rotasına davet edelim ve yeme içme kültürünün “yazınsal türlerle” girdiÄŸi akrabalık iliÅŸkileriyle sınırlı kalmayı deneyelim. Sözü bu noktaya getirince ünlü Rebelais’in Gargantua’sından bir iki cümleyi yazıya taşımak kaçınılmaz oluyor: “Ben günahkar kulunuz susamadan katiyetle içmem. Åžimdiki susuzluÄŸum içi deÄŸilse bile, gelecekteki susuzluÄŸuma içerim. Benim için ebediyet içmedir ve içme de ebediyet!” Tabii, çaÄŸlar sonra bu güzelim ve anlamlı özdeyiÅŸ bir parça deÄŸiÅŸmiyor deÄŸil hani. “Benim için edebiyat içmedir, içme de edebiyat!..” Bu izinsiz deÄŸiÅŸikliÄŸi, yazın uÄŸraşının “likit katkıya” gereksinim duyduÄŸunu belirtmek için deÄŸil, aksine “likitte boÄŸulup gitme tehlikesine karşı “ bir uyarı gerekçesiyle belirtmiÅŸ bulunuyorum.
Sofra, edebiyatın arenasıdır aslında. Bu arenada yalnızca kanlı kıyımlar yaÅŸanmaz. Kadeh diplerinin “çın çın” öpüştüğü bu alanlar, “edebi lezzetin hesapsızca paylaşıldığı” kurtarılmış bölgelerdir aynı zamanda. Bir ÅŸiirin saatlerce süren açılımları baÅŸka nerede ete cana bürünebilir ki, söyleyin! Bir roman, her ne kadar üstü kalabalık da olsa ÅŸu meÅŸhur masaya yatırılır ve bir güzel ameliyat edilir. YaÅŸayıp yaÅŸamayacağına dair karar orda verilir, iyi kötü bir ömür yine o masada biçilir! Bu tür masaların donatılmasında öyle fazla zorlanılmadığı da bir gerçektir bu arada. Kimi edebiyat aşıkları, hiçbir gerekçe bulamazlarsa, örneÄŸin Saatli Maarif Takvimi’ne şöyle bir göz atıp Orhangazi’nin KurtuluÅŸu’nu kutlamaya niyet edebilirler! Ödül törenleri, anma geceleri, ilk yapıtların kutlanması, son yapıtların kutsanması.. Kısacası yazın sanatı “sanatlı masalarla” dirsek temasını her daim sürdürecektir. Veciz sözler, tarihi tespitler, anlık dedikodular ve çarpıcı gerçekler çoÄŸunlukla peçetelerin üstünde kalmaya mahkum olabilir, ancak unutmamak gerekir ki bu da törenin bir parçası, ritüelin bir vazgeçilmezidir. Ayrıca, bir ertesi sabah kimse bu gerçeklerle yüz yüze gelmek istemez. Mide asidini düzenlemek ve alkolün tahribatını önlemek için alınan ilaç belleÄŸin nankörlüğünü saÄŸlamakla da görevlendirilmiÅŸtir sanki. Yazınsal gerçeklerin, patlıcan kızartmasının kokusu kadar hükmü yoktur. Anason sırdaÅŸ, üzüm suyu ise ketumdur!
İşin bir baÅŸka ilginç yanı da, mutfaÄŸa –özellikle meze kültürüne- böylesine sargın yazın dünyamızın, olay ve mekan konusunda mutfaÄŸa hiç iltifat etmeyiÅŸiyle ilgilidir. Üç tarafı denizlerle çevrili edebiyatımızın denize fazla yüz vermemesi gibi. –Bir kısım araÅŸtırmacılar, durumu su fobisiyle açıklıyorlar. Anlaşılan “içelim açılalım” özdeyiÅŸi bu korkuyu bir biçimde alt etme çabası gizliyor içinde. Kulaç yerine damak, nefes açmak yerine yeni bir ÅŸiÅŸe açmak ve sırtüstü yerine bel altı!- Sonuçta, yazmak yerine yazıya malzeme olmayı yeÄŸliyoruz belki de. Konusu restoranlarda geçen romanları da batılılar yazıyor. Son sayfada muzip bir biçimde gülümseyen katil aşçı, çevrilmediÄŸi müddetçe suçunu asla Türkçe itiraf etmiyor!
Yemeyi içmeyi bir yaÅŸam biçimi olmanın ötesinde gerçek edebiyata kazandıran yazarlar elbette var, bu arada. “Oblomovluk” kavramının yaratıcısı Gonçarov, yine aynı adlı romanında ÅŸunları söyletiyor kahramanına: “Sabahleyin kalkarım. Gök gözalabildiÄŸine mavi. Yıkanmak için banyoya girerim. Dönüşümde banyonun kapısı açılmıştır. Karım beni bekliyor. Çay hazır, diye fısıldar. Çay ama ne çay! Masaya otururum. Çörekler, kaymaklar, tereyaÄŸları.. Sonra kayığa bineriz. Åžeftalilere, üzümlere bakarız. Sofraya gönderilebilecekleri seçeriz. O sırada mutfakta bir çalışmadır baÅŸlar. Etler kızartılır, sebzeler doÄŸranır. BaÅŸka bir yerde dondurma çevrilmektedir. Yemekten önce mutfaÄŸa uÄŸramak, tencerenin kapağını aralayıp koklamak, kremanın yapılışını seyretmek ne kadar hoÅŸtur…” Oblomov’u küçümsemenin, OblomovluÄŸu hor görmenin bir gizli kıskançlıkla beslendiÄŸini söylemek ne kadar tehlikeliyse, bu konuda ve bilinçaltını da ilgilendiren bir teste gönüllü yazılmanın o denli yürek iÅŸi olduÄŸunu belirtmek gerek. Sonuçta tarihin akışını bu kocaman tencere kapaklarının altından sızan kokular belirliyor çünkü. Aşçıların “ortadan kaldırdıkları” yegane ÅŸey sinirlerini bozan bedenler deÄŸil, bu bedenlerin “akışa” müdahale çabaları. Bu gerçeÄŸin altını ısrarla çizelim.
Yeme içme kültürüne karşı çok mu “kıyıcı” yaklaÅŸtık yoksa? Hiç sanmıyorum! Kutsanmış sofraların yaÅŸamı tazeleyen bir yanı olduÄŸunu söylemekten geri durmadık örneÄŸin. Kimi zaman en soylu yapıtların tohumları bu bol lekeli sofra örtülerinin üstünde atıldı. Yürekten kopup dil uçlarında kilitlenen kimi ölümsüz dizeler, kafası daha az dumanlı bir arkadaÅŸ yardımıyla küçük kağıt parçalarının üstüne nakÅŸedildi. Asıl olan, kadehlerin berraklığını umudun kamaÅŸmasıyla buluÅŸturabilmekte çünkü. Düşte, düşüncede, yaratıda, yaÅŸamda.. insanoÄŸlundan yana olmanın coÅŸkusunu paylaÅŸabilmekte. Yoksa Hamlet’in Horatio’ya söylediÄŸi gibi “cenaze yemeÄŸinin sıcak etlerini düğün sofralarında soÄŸuk et olarak bölüşmeye” bile eyvallah diyebildikten sonra kadeh tokuÅŸturulmuÅŸ, düğün destanlaÅŸtırılmış, güzellik dile gelmiÅŸ, hele hele insan onuru yüceltilmiÅŸ, ne fayda!
Ayrıca “ye” denildiÄŸinde yenen bir yemeÄŸin; “oku” denildiÄŸinde ise okunan bir kitabın kolaylıkla sindirilebildiÄŸi kanıtlanamadı bu güne kadar!
Ahmet ÖNEL
www.ahmetonel.com
"Ahmet ÖNEL" bütün yazıları için tıklayın...