Kaya Çukuru sanrıları / Keçiler
Koca dayı kör Osman, keçilerinin sayısını bilmez kaç keçiniz var diye sorulduğunda “var işte birkaç yüz tane ha bire yavruluyorlar” derdi. Keçilerin kendilerine has keskin kokuları, kara üzüme benzeyen dışkıları, sütlerinin kovaya sağılırken çıkardığı dızırt dızırt sesi, menengiç ağacına asılan kese yoğurdu, çömleklere basılan çökeleğin kokusu ve hatta oğlakların ürkek zıplamaları, hepsi hepsi Heidi’yi ilk okuduğum yedi sekiz yaşlarımı işaret eder.
Çocukluğumun yaz tatilleri, benim yaşlarımda sekiz on akraba çocuğu ile yüzlerce keçinin peşinde Kayaköy dağlarında dolanarak geçerdi. Heidi’yi okumuş olmanın verdiği ayrıcalıkla daha bir yakın hissederdim dağlara ve keçilere kendimi. Kaya Çukuru’nun dağları bildiğiniz dağlara benzemez, kısa köse ve yakındır gölgeleri. Ensenizde hissedersiniz yamaçlarındaki keçilerin gevrek me me seslerini. Keçi kokusunu ilk kez nasıl sevdiğimi hatırlamıyorum! Sevmek miydi yoksa alışmak mı? Alışmıştım sanırım… Uzunca zaman devamlı aynı koku içinde soluklanınca, bir süre sonra o koku dünyanın en nahoş kokularından bile olsa insan alışıyor. Koyunlar ve büyükbaş hayvanlar için aynı düşüncede olur muydum bilmiyorum, ama; keçiler ve keçi kokusu özeldir benim için, keçi peynirini de sevdiğimi söylememe gerek yok elbet!
Büyükbabasının sağdığı sütü içerken, hayallerimi süsleyen o şirin dağ kulübesinde lezzetli keçi peyniri yiyen Heidi ile gizli ittifakımız, çocukluğumun “keçili” en bariz anıları arasındadır. Dağları, yıldızları ve doğanın bin bir yüzünü tanıtarak sevdiren kitapların çocuk dünyası üzerindeki keskin etkisini yaşayarak görenler, bugünün fast food neslinin akıbeti hakkında endişelenmekte ne kadar haklılar. Zaten bana sorsanız okul denilen eğitim hapishanelerinin zincirleri kırılıp sınıflar dağlara, ovalara, tarlalara taşınmalı! Genç ve taze beyinler doğanın binbir canlılığıyla beslenip, hayatta kalmanın doğayı kirletmekle değil onu anlayıp bütünleşmekte yattığını öğrenmeliler. Bazen, büyüyüp yıllar sonra öğrenilen gerçekler için çok geç kalmış olunabiliyor!
Çocukluk naifliği diye bir şey var; ister çocuk saflığı diyelim ister bilgi açlığı, bilmemenin verdiği el yordamı tabir edilen bir ihtiyaçtan öğrenme şekli ki, en kalıcı bilginin bu naiflikle güçlendiğini düşünüyorum. Kayaköy’ün, dağ laleleri, kekik, ada çayı, nünü (çiriş), ağı kökü (montarış) ve pıynar kaplı alçak dağlarında keçi otlatmak ve oğlak sevmekten daha heyecanlı oyunumuz yoktu küçükken, doğaya dair pek çok şeyi dokunup, koklayarak, düşüp kalkarak, acıkıp susayarak öğreniyorduk. Biz şehirli çocukların köydeki akranlarımıza öğreteceği pek çok züppeliğin yanında, onların bizlere öğrettikleri tartışmasız bütün zamanların işe yarar kadim bilgileriydi! Keçilerin “erkeç” ve “kancık” farkları, hangi otları yediği, keçiyi ağılına sokmanın yöntemleri, etin sütün hangi mevsimde hangi ota kokacağı, Katmandu’nun nüfusundan daha fazla işe yarayacağı o kadar aşikar ki!
Son zamanlarda sağlıklı gıdaya dair bilinen her şey yeniden keşfediliyor! Faydalı olduğu binyıllardır kanıtlanmış gıdaların, endüstriyel yiyecek ekonomisine tercih edilmesi tepe taklak olan doğrular silsilesiyle baş başa bırakıyor insanlığı. Keçi sütünü ve peynirini yeniden önemsememizi sağlayan tıp doktorları sayesinde, ormanlara zarar veriyor diye keçi nüfusuna kıran geçirten anlayışın doğruları kimin çıkarlarına hizmet ediyordu muamma! Saanen denilen bol sütlü İsviçre keçilerini ithal etmek elbet birilerini ihya etti, lakin İsviçre iklimine elverişli bu ırkın farklı coğrafyalardaki uyumu konusunda şüphelerim hâlâ fazla. Kayaköy’ün özgün ırkının günümüzde de korunuyor olmasına sevincimi bilemezsiniz. Ödüm koparak izledim keçi sürülerini; aralarında farklı ırk var mı diye. Heidi’yi Alpler ile bütünleştirmiş, hiç oralara gitmek onları buraya getirmek gibi bir duyguya kapılmamıştım çocukluğumda. Kayaköy’ü de oralara taşımayı düşünmediğim gibi! Belki bu yüzden anlayamıyorum, beyaz saanen keçisinin Alpler’den kalkıp Anadolu’ya gelişini…
Mübadele öncesine kadar Rumlar ile kardeşçe yaşanan Kaya çukuru’nun 40 yıl öncesindeki keçi ırkı soyunun, günümüzde de korunuyor olduğunu görmenin sevinciyle kaleme alıyorum bu satırları. Hem de aynı ailenin torunları tarafından sürdürülen bir silsile gelenekselliği bu. Sanki dayı oğlu Neffi’nin türküleri geliyor ata yadigârı bahçeye, keçi çıngıraklarına karışan o güzel türkülerin sahibi arada bir ıslık da çalıyor; Neffi’nin oğlu Erhan’mış meğer, tıpkı babası gibi çığırıyor yanık türküleri. Atadan, kökten öğrenmek bu olsa gerek… Koca dayı kör Osman’nın oğulları Neffi, Mehmet, Minan ve kızları Medine, Faize ile otlattığımız keçi sürülerinin onların çocukları tarafından da devam ettiriliyor olması, teknoloji çağına yenik düşmemiş Aydın ailesinin son kuşak fertlerinin odağından dünyaya bir kez daha bakmamı mümkün kılıyor! Nasıl bir döngü bu? Etrafımı izliyorum, her şey olduğu gibi; Dağlar belki biraz daha yeşil ama ululukları aynı, yakınlıkları aynı, kokuları, sesleri aynı ama insanlar üçüncü kuşak nesillerini getirmişler dünyaya! Hiç yaşlanmayan duygularımdan utanırcasına bakıyorum dedesiyle keçi koşturduğumuz küçük Zeynep’in gözlerine. Zamanın hangi eğrisindeyim bocalıyorum bir an, değişenin; yaşamın ya da zamanın kendisi olmadığı duygusu soğuk bir yel gibi yalayıp akıyor sırtımdan. Sonbaharın nemiyle irkilen bedenim geçmiş zaman sanrılarını giderek sağaltıyor mu ne!
Kaya çukurunun kara, gri, kırçıllı, kızıl kınalı keçileriyle beraber olmak, sanrılarımı geçmiş ve gelecek arasında özel bir kerevete oturtuyor. Kekik kokan dağların yamaçlarında çocuk kahkahalarımız yankılanıyor şimdi buralarda, çıngırak sesleri doğanın bozulmamış ritmine karışırken derin bir saygıyla eğiliyorum bu muhteşemliğin önünde.
www.ascifok.com
|