ISSN 1308-8483
“BİR YIL DAHA, BİR YIL DAHA” / Zuhal ÖZÜGÜL
Zuhal ÖZÜGÜL    
  Yayın Tarihi: 7.11.2011    


“BİR YIL DAHA, BİR YIL DAHA”

Halil, son günlerde çok sinirli, huzursuz ve dırdırcı olmuştu Güler’e göre.

“Onu hiç böyle görmemiştim. İki çocuğumuz var. 7 senelik de evliyiz. Ne oldu, anlamıyorum” diyordu arkadaşlarına. Her akşam tarladan döndüğünde “bir traktör lâzım Güler, böyle olmuyor” diyordu. “Kırmızı, her tarafı kapalı, Alman malı, Magirus mu ne, işte ondan istiyorum” “Nasıl alacağız, kendimizi zor geçindiriyoruz” diye söyleniyor Güler.

Halil, Çarşamba günü eve hafif çakırkeyif döndü. Güler ses çıkarmadı. “Dırdır etmesin de” “Güler, kız Güler gel yanıma otur, bak sana ne diyeceğim. Hani bizim ahmak Mustafa vardı ya” “Ne olmuş ona. Daha da mı ahmaklaşmış?” “Ne ahmağı be hepimizden akıllı o” “Almanya’dan izine gelmiş. İki dirhem bir çekirdek. Üst baş, takım elbise, fötr şapka, pilli radyo, en iyisi cebinde tomarla para. Kahvede, hepimize bir ikram bir ikram. İki sene önce Almanya’ya gitmiş. Bir fabrikada çalışıyormuş. Ev, eşyalar, tamam. Araba için para biriktiriyormuş “6 ay sonra çekerim altıma bir Benz” diyor. Annesi bir kız bulmuş. Ona bakacakmış. Olursa götürecekmiş.” Güler içinden düşündü: “Sanki bir kangal sucuk götürüyor.” Halil’in heyecandan dili dolaşıyor, yalvaran gözlerle Güler’e bakıyordu. Birden patladı: “Güler kız, ben de gideceğim. Sonra da seni ve çocukları götüreceğim.” Güler “Iıh, ben bir yere gitmem, buraları bırakmam” dedi. Gitti yattı. Halil biraz daha oturdu. Traktörünü, arabasını, pilli radyosunu, elektrikli tıraş makinesini, Gülerin giysilerini, çocuklarını avukat, doktor olarak düşünürken uyudu.

Ertesi gün Mustafa ile buluştu. O, neler yapacağını anlattı. “Bak bir yıl sonra Almanya kapıları kapatacak ve hiç kimse giremeyecek. Şansını şimdi dene” Halil’in kararı tüm köyde yankı buldu. Herkes onu konuşuyor, bazıları destekliyor, bazıları köstekliyordu. Ana babası, Güler, abisi, onu tanıyanlar “gözü karadır onun, dediğini yapar” diyorlardı.

Nihayet davetiye geldi. Önce İstanbul’a gidecekti. Doğru Karaköy İşçi Bulma Kurumu’na yollandı elinde küçük bavuluyla. Kapıda durdu baktı: Yüzlerce kişi bekliyor. Bir tanıdık yok. Omuzları düştü. Kara kara düşünürken yanına gelen genç hemen anlatmaya başladı: “Yenisin galiba, çok bekleyeceksin. Sana yatacak bir yer bulalım. Gel benimle”

Günler Karaköy’de beklemekle geçiyordu. Bir gün adını duydu. Koşarak 7 no’lu odayı buldu. 10 kişi daha bekliyordu. Sakallı bir doktor, bir hemşire ve tercüman geldi. Tek tek inceledi onları. Hemşireyle konuştu. Tercüman, onlara döndü : “Donunuza kadar soyunun.” Cıbıl cıbıl sıraya soktular. Hemşire masasına oturdu. Doktor önce karşıdan ‘alıcı gözle’ inceledi. Ellerini uzattırdı, öksürttü sonra dişlerini, cinsel organlarını, gözlerini bir güzel muayene etti. Halil düşünüyordu: “kaç kişinin dişleri çürük diye almadılar. Ya benim de çürükse. Eşek kafam, şu seyyar dişçiye gösterseydim keşke.” Doktor her birinin önünde duruyor, hemşireye bir şeyler yazdırıyordu. Dışarı çıktılar. Tercümanı soru yağmuruna tuttular. “Yasak, hiçbir şey söyleyemem” diye diretiyordu. “Yarın açıklayacaklar.”

Beklenen an geldi. Ellerine bir tomar kâğıt verildi. “Şurayı imzala, burayı imzala. Yarın trenle yola çıkacaksınız.” Üç gün sonra Münih garına indiler. Halil fabrikada çalışacaktı. Kente, beş saatlik otobüs yolculuğundan sonra vardılar. İşçiler için hazırlanmış binalara yerleştiler. Halil altı ranzalı odada altı tanımadığı kişiyle yaşayacaktı. Ortak noktalarında buluştular. “Yabancı olmak!” Çoğu gözünü kırpmadı bütün gece. Fabrika, tarlaya benzemiyordu. Sekiz saat demir parçalarını kesecekti Halil. Hepsi ‘pestil’ gibi döndüler o gün işten.

Tek uğraşları mektup yazmak, telefon etmekti. Halil abisine yazdı. Güler’e çocuklara selam gönderdi o kadar. Maaş gününe kadar meraktan çatladılar. Ne kadar alacaklardı. Eve, ana babaya gönderilecekti. Yetecek miydi?

Böyle bir yıl geçti. Para biriktirmek hiç de kolay değildi. Hayaller arkaya atılıyordu. İkinci yılın başında Güler’den zehir zıkkım bir mektup geldi. Kısaca hatırlatıyordu. “Bizi ne zaman götüreceksin?” Başına bir dert daha çıkmıştı. Ev arayacak, eşya alacak. Of of, hem akort çalış hem de bunları gerçekleştir. Almanlar yabancılara ev de vermiyorlardı zaten. Arkadaşları destekledi: “Bak, yenge de çalışır daha çok para kazanır daha çabuk biriktirirsiniz.”

Güler geldi, işe girdi. Çocuklar okula başladı. Ne yapsalar para biriktiremiyorlardı. Traktörden vazgeçmişti. Köye yüklü bir para gönderdikten sonra zar zor geçiniyorlardı. Çok sorunları vardı. Güler garipleşiyordu. Halsiz, neşesiz, yorgun görünüyordu. İki senede, kömür rengi saçları bembeyaz olmuştu. Çocuklar çat pat Almanca konuşuyorlardı.

Halil dönüşü, “bir yıl daha” diye uzatıyordu. Güler tedavi gördü. Toparlandı biraz. Hatta saçlarını kızıla boyadı. Halil ona ev işlerinde, alışverişte yardıma başladı. Doktor öyle söylemişti. Arkadaşları görecek, duyacak diye ödü kopuyordu.

İzine gidip geldikçe, açıkça konuşmasalar da buradan ayrılamayacaklarını anlamışlardı. Öyle de oldu. Çocuklar okudular, meslek sahibi oldular, evlendiler, bir torunları oldu. Şimdi daha çok vatanda yaşıyorlar. Bazen “oralar” burunlarında tütünce atlayıp uçağa gidiyorlar.

Bir yıldan tam 30 yıl oldu. Almanya’daki yaşamı düşündüklerinde gençliklerini, zorlukları, iyi kötü günlerini, sürekli mücadeleleri gözlerinin önüne geliyor. Özlemi, akrabaları, güneşi, masmavi gökyüzünü, yani Türkiye’yi bağırları yanarak, ince bir sızıyla hatırlıyorlardı.

Anlatıcının yorumu: Önce misafir işçi, sonra yabancı, yavaş yavaş da göçmen olarak kabul edilmeye başladılar. Alman vatandaşı olmayanın seçme seçilme hakkı hâlâ yok. İhmal edilen bir grup Almancayı da Türkçeyi de bozuk konuşuyor. Cesur ve girişkenler, patron oldular. Dönemeyeceklerini anlayanlar için huzurevleri açıldı. Mezarlıklar hazırlandı(!) Mantar gibi camiler çıktı. Birçoğu yardım(!) kuruluşlarına paralarını kaptırdılar. Türk devleti onlara “döviz makinesi” gibi baktı. Kâh “Alman vatandaşlığına geçin” diye demeçler verdiler. Kâh “çocuklarınıza önce Türkçe öğretsinler” dediler. Almanya’da yaşayan, yaşayacak olan bir kişi gayet tabi önce Almanca öğrenecekti. (Bazen Kürtçe anadil konusundaki tartışmalarda konuşmacılar Almanya örneğini “olumsuzmuş gibi” veriyorlar). Şimdi, doktor, avukat, yazar, sanatçı, mimar, mühendis, sunucu, terzi, politikacı v.s. mesleğini yapan Türkler, önce Almanca öğrenerek başladılar. Zor oldu belki ama çoğu başardı.

Türkçeyi, iyi konuşabilmelerini Türk hükümetleri sağlamalıydı! Bu insanlar yalnız bırakıldı, şaşırdı, ne yapacaklarını bilemediler.

Kendileri gurbetçi, Almancı diye yaftalandı.

Almanya’da yaşarlarken kalpleri Türkiye’de kaldı.

Şimdi sorsalar, nasıl geçti? “Buradayken, aklım Almanya’da, oradayken Türkiye’de…” derler.



Zuhal ÖZÜGÜL



1888










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)