
Tuncay ARSLAN
ISMARLAMA ROMANLAR
Son dönem Türk edebiyatına baktığımızda Çetin Altan ve Attila İlhan kuşağı ile başlayan yozlaşma bugün küreselleşmenin etkisiyle Türk romanını, öyküsünü gelenekten ve yaşanan gerçeklikten (toplumsal, siyasal durum) koparmış; bireyi de kendi gerçekliğinden uzaklaştırarak yapay dünyalara hapsetmiştir.
Oysa sanat kendi kurmaca/kurgusal gerçekliği içinde yaşanan gerçekliğe dayanmak, çağını doğru anlatmak ve insanla örtüşmek zorundadır. Çünkü kültür ve sanat insanın yarattığı bir olgudur. Bu nedenle insanı merkeze koymalıdır. İnsandan kopuk hiçbir olgu sanat olamaz. Bir sanat eserinin insanı anlatması ise onun komplike varlık olduğunu yansıtılması; toplumsal, siyasal, bireysel yaşantılarını doğrudan veya dolaylı olarak verilmesiyle mümkündür.
Sanat sorgulamalıdır. Edebiyat sorgulamalıdır. Edebiyat gelenekçi, tutucu deÄŸil, her daim ilerici olmalıdır. GeliÅŸmeye koÅŸut olarak ivme kazanmalı, her zaman önde ve kılavuz olmalıdır. Bugün hâlâ Tolstoyları, Dostoyevskileri, Shakespeareleri, Yunus Emreleri, Pir Sultan Abdalları ve benzerlerini zevkle okuyorsak bu niteliklerinden dolayıdır. “Güne deÄŸil, zamana hitap ettiklerindendir.”
Bugünkü roman ve hikayelerin bir kısmına (Yalçın Küçük’ün deyimiyle küfür romanları/eylülist romanlar) baktığımızda bunların hiçbirini göremiyoruz. Somutlamak gerekirse Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk özellikle Kar romanında -kendi kurmacası içinde- ilk/ilkel romancılarımız Ahmet Mithat Efendi ve Namık Kemal gibi, kiÅŸileri fazlasıyla idealize ederek iyiler (hatta çok iyiler) ve kötüler (hatta çok kötüler) olarak ayırt etmeye çalışmış, kendine göre ayakları baÅŸ, baÅŸları ayak yapmıştır.
Romandaki fundamentalist karakter (tip mi yoksa?) olaÄŸanüstü derecede olumludur. Yaptığı her ÅŸey doÄŸrudur. (Aslında pek de bir ÅŸey yapmamaktadır.) Bütün kadınlar ona âşıktır. Hatta bu kiÅŸiye âşık ve gayrimeÅŸru iliÅŸki yaÅŸayan kadın, sırf kız kardeÅŸi de ona âşık oldu diye aÅŸkından vazgeçerek aradan çekilmiÅŸtir. Ve bu kadının eski kocası da bu duruma hiç ses çıkarmamış ve bu kiÅŸiyle sürekli diyalog kurmuÅŸtur. Kars’ta muhafazakar, muhalefet partisinin baÅŸkanı da olsa eski solcudur, dönektir. Bu tür yaÅŸantılara bakış açısı bu baÄŸlamda yazara göre normaldir. Ama yeni statükosu yani parti baÅŸkanlığı doÄŸrudur, olumludur.
Aynı Orhan Pamuk aynı romanında kadınların kapanması ile ilgili bir bölümü yansıtmak ve haklı çıkmak için, adamın birinin meslek yüksek okulu müdürünü bu nedenle öldürmesini mazur görmüş; katil ve müdür arasındaki diyalogları ustaca düzenleyerek katili haklı göstermiş; romancılığını değil, provokatörlüğünü sergilemiştir.
Romandaki solcu karakter ise bir baltaya sap olamamış,12 Eylülden sonra Almanya’ya kaçmış, orda da tutunamamış, Türkiye’ye dönünce Cumhuriyet Gazetesi’nde iÅŸ bulmuÅŸ; Cumhuriyet Gazetesi’nin başından savmak için Kars’a muhabir olarak gönderdiÄŸi bir kiÅŸidir. Muhabirimiz fundamentalist tipin tenezzül etmediÄŸi kadının, eski okul arkadaşı olduÄŸunu öğrenir. Kadınla diyalog kurar ve Kars’tan beraber ayrılmaya karar verirler. Bu arada Almanya’da uÄŸraÅŸtığı ÅŸiire tekrar baÅŸlar.Ama yine baÅŸarılı olamaz. Eski okul arkadaşı da bir türlü gelmez garda beklerken. Çünkü fundamentalist tipi polise ihbar etmiÅŸtir muhabirimiz. Gammaz, ispiyoncu olmuÅŸtur. Bu nedenle sevgilisi onunla gelmemiÅŸtir. İstanbul’a yine kırgın, yine mutsuz, yine yıkık dönmüştür. Yani romandaki solcu karakter muhbir, gammaz olması hasebi ile “itibarsızlaÅŸtırılmış” ve hatta karaktersizleÅŸtirilmiÅŸtir.
Ve tuhaf bir rastlantı olarak Kars askerler tarafından “darbe” ile ele geçirilmiÅŸ, bağımsız bir devlet gibi yönetilmiÅŸtir bir süre.
Özetin özeti Orhan Pamuk’ta fundamentalistler üstün meziyetli; aÅŸkta ve iÅŸte baÅŸarılı ; caniler haklı iken; “solcular” beceriksiz,kiÅŸiliksiz ; askerler ise darbecidir.
Orhan Pamuk’un anlatımına (Bozuk ve uzun cümleler, yerinde kullanılmayan sözcükler, müphem ifadeler…) hiç deÄŸinmeyeceÄŸim. Bu baÄŸlamda Türk okuru kendisini mahkum etmiÅŸtir zaten.
Burjuvazinin de kalbi olduÄŸunu, sevme yeteneÄŸi olduÄŸunu, aÅŸkı bilip tanıdığını; yaÅŸadığını anlatmaya çalıştığı Masumiyet Müzesi’ni okumayınız lütfen. EÄŸer bu baÄŸlamda roman okumak isterseniz Halit Ziya’yı okumanız yeterlidir. En azından anlatımdan bir haz alırsınız, roman estetiÄŸinin farkına varırsınız, dar bir mekanda ve sınırlı sayıdaki ÅŸahıs kadrosunda olayların nasıl entrikleÅŸtiÄŸini görürsünüz. “ Ne olacak?” sorusu sizi hep romana baÄŸlar Halit Ziya’da. Ama Masumiyet Müzesi’nde bu soru “Roman bitse de kurtulsak.” cümlesine dönüşür.
Ahmet Altan pornocudur. Anlatımı sürükleyici olan Ahmet Altan adeta pornografiye tapmaktadır. Bu olgu dünyanın ve Türkiye’nin acı bir gerçekliÄŸi de olsa, bir sanat eserinde bu olgunun ön plana çıkarılması ne kadar doÄŸrudur. Ama Ahmet Altan babasının (Bkz. Viski, Bir Avuç Gökyüzü) ve Attila İlhan’ın (Haco Hanım Vay, Fena Halde Leman) izindedir ve bu konuda bayağı bir mesafe kaydetmiÅŸtir.
Denilebilir ki Tarık Dursun K.’nın KurÅŸun Ata Ata Biter romanında da benzer bir bölüm vardır. Ama bu romandaki tipler köyün aÄŸası ve tuttuÄŸu kiralık kadındır. Ki Tarık Dursun K. bu tür yaÅŸantıları bu tiplerin kiÅŸilikleri ile örtüştürmüştür. Romandaki bu yaklaşımı ile pornografiyi bu tiplerin nezdinde amaç olmaktan çıkarmış ve ait olduÄŸu kiÅŸilere mal etmiÅŸtir.
Halbuki Ahmet Altan romanlarında pornografiyi temel almış, izlediği pornografik filmleri romanlarında tiplerine uygulatmıştır.
Aynı Ahmet Altan sanki Orhan Pamuk ile anlaÅŸmış gibi Sudaki İz romanında solcu karakteri aÅŸağılamış (beceriksiz, çaresiz, zavallı biri olarak göstermiÅŸ), faÅŸist tipi ise (ki öldürdüğü siyahi kiÅŸinin üzerindeki kana bakıp “Kahverengi üzerine kırmızı hiç yakışmadı.” diyecek kadar faÅŸisttir.) yüceltmiÅŸtir.
Aynı ekolden Elif Åžafak “AÅŸk” romanında aÅŸkın yanından bile geçmeyerek, insani iliÅŸkilerden soyutlamış; Mevlana’yı fon olarak kullanmış, (Asıl Åžemsi Tebrizi’yi anlatmıştır.) romana mistik bir hava vermek istemiÅŸtir. Tesadüfi olarak da romanın erkek karakteri önce nirvanaya ulaÅŸmış, sonradan hidayete ermiÅŸtir. Dünyayı dolaÅŸmış, modaya uyarak çevreci olmuÅŸ Konya’da hayatına mim koymuÅŸtur. Konya halkı büyük bir ÅŸaÅŸaa ile cenazesini kaldırmış, halk ile ancak ölümünde bir araya gelmiÅŸtir.
Paralel öyküde de benzer bir durum vardır. Mevlana’nın halk iletiÅŸimi meyhanedeki sarhoÅŸ ve genelevden kaçan kız iledir. Yani Elif Åžafak’ın halkı kadınsa orospu, erkekse sarhoÅŸtur, berduÅŸtur. Elif Åžafak bireysel kurtuluÅŸu önermiÅŸ; bu kurumlara ve sisteme hiç dokunmamıştır. Bunu da Mevlana’ya yaptırmıştır. Ki bu doÄŸru bir kurmaca olsa da, Mevlana’yı halkçı göstererek tarihi bir yanılgı içine düşmüştür. Aslında Elif Åžafak bu kurmaca içinde gerçekliÄŸi yansıtmaktadır. Çünkü Elif Åžafak ve benzerlerinin halk ile ne iliÅŸkisi olabilir ki.
Benzer yaklaşımların özgün bir örneÄŸini farklı bir boyutta Hüseyin YurttaÅŸ’ın kitaba adını veren “BuÄŸulu Camların Ardı” adlı öyküsünde de görüyoruz.
Bir ÅŸirkette iÅŸe baÅŸlayan genç kızımız yaÅŸlı ve evli patronuna âşık olur. Patron da kızımıza… “Ne olacak?” sorusuna yanıt ararken patronun beklenmeyen ölümü aÅŸkı sonlandırır. Olay çözüme girdi derken ÅŸirketin başına patronun kızı oturur. İlginç bir durum olarak patronumuzun kızı (ÅŸirketin yeni patronu) gerek fizik, gerekse davranış olarak babasını andırmaktadır. Bu da sekreter kızımızı patroniçeye yönlendirir. Ve gün gelir sekreter kızımız ile ÅŸirket sahibi kızımız aÅŸkın doruklarında yaÅŸamaya baÅŸlar.
Bu konu, olay örgüsü ve öyküdeki ruhsal çözümlemeler size normal gelebilir. Bana hiç normal gelmedi. Hüseyin YurttaÅŸ’ın öykülerini bu boyuta taşımasına ne kadar gerek vardı, orasını bilemem. Bu nihayetinde yazarın tavrıdır. DoÄŸru mudur, yanlış mıdır, bunu da sizlere bırakıyorum.
Sonuç itibariyle Türk roman ve öyküsünde bunların baÅŸat olması, pompalanması ve gerçek edebiyatın yok sayılması – eminim - planlı, projeli bir harekettir. Bu romanlar yazılmakta deÄŸil, belki de, yazdırılmaktadır. Büyükler, yani popüler olanlar bunu bilinçli yapmakta, küçükler ise onlara öykünmektedir. Ve bir zaman bu böyle gidecektir.
Tuncay ARSLAN
"Tuncay ARSLAN" bütün yazıları için tıklayın...
Son dönem Türk edebiyatına baktığımızda Çetin Altan ve Attila İlhan kuşağı ile başlayan yozlaşma bugün küreselleşmenin etkisiyle Türk romanını, öyküsünü gelenekten ve yaşanan gerçeklikten (toplumsal, siyasal durum) koparmış; bireyi de kendi gerçekliğinden uzaklaştırarak yapay dünyalara hapsetmiştir.
Oysa sanat kendi kurmaca/kurgusal gerçekliği içinde yaşanan gerçekliğe dayanmak, çağını doğru anlatmak ve insanla örtüşmek zorundadır. Çünkü kültür ve sanat insanın yarattığı bir olgudur. Bu nedenle insanı merkeze koymalıdır. İnsandan kopuk hiçbir olgu sanat olamaz. Bir sanat eserinin insanı anlatması ise onun komplike varlık olduğunu yansıtılması; toplumsal, siyasal, bireysel yaşantılarını doğrudan veya dolaylı olarak verilmesiyle mümkündür.
Sanat sorgulamalıdır. Edebiyat sorgulamalıdır. Edebiyat gelenekçi, tutucu deÄŸil, her daim ilerici olmalıdır. GeliÅŸmeye koÅŸut olarak ivme kazanmalı, her zaman önde ve kılavuz olmalıdır. Bugün hâlâ Tolstoyları, Dostoyevskileri, Shakespeareleri, Yunus Emreleri, Pir Sultan Abdalları ve benzerlerini zevkle okuyorsak bu niteliklerinden dolayıdır. “Güne deÄŸil, zamana hitap ettiklerindendir.”
Bugünkü roman ve hikayelerin bir kısmına (Yalçın Küçük’ün deyimiyle küfür romanları/eylülist romanlar) baktığımızda bunların hiçbirini göremiyoruz. Somutlamak gerekirse Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk özellikle Kar romanında -kendi kurmacası içinde- ilk/ilkel romancılarımız Ahmet Mithat Efendi ve Namık Kemal gibi, kiÅŸileri fazlasıyla idealize ederek iyiler (hatta çok iyiler) ve kötüler (hatta çok kötüler) olarak ayırt etmeye çalışmış, kendine göre ayakları baÅŸ, baÅŸları ayak yapmıştır.
Romandaki fundamentalist karakter (tip mi yoksa?) olaÄŸanüstü derecede olumludur. Yaptığı her ÅŸey doÄŸrudur. (Aslında pek de bir ÅŸey yapmamaktadır.) Bütün kadınlar ona âşıktır. Hatta bu kiÅŸiye âşık ve gayrimeÅŸru iliÅŸki yaÅŸayan kadın, sırf kız kardeÅŸi de ona âşık oldu diye aÅŸkından vazgeçerek aradan çekilmiÅŸtir. Ve bu kadının eski kocası da bu duruma hiç ses çıkarmamış ve bu kiÅŸiyle sürekli diyalog kurmuÅŸtur. Kars’ta muhafazakar, muhalefet partisinin baÅŸkanı da olsa eski solcudur, dönektir. Bu tür yaÅŸantılara bakış açısı bu baÄŸlamda yazara göre normaldir. Ama yeni statükosu yani parti baÅŸkanlığı doÄŸrudur, olumludur.
Aynı Orhan Pamuk aynı romanında kadınların kapanması ile ilgili bir bölümü yansıtmak ve haklı çıkmak için, adamın birinin meslek yüksek okulu müdürünü bu nedenle öldürmesini mazur görmüş; katil ve müdür arasındaki diyalogları ustaca düzenleyerek katili haklı göstermiş; romancılığını değil, provokatörlüğünü sergilemiştir.
Romandaki solcu karakter ise bir baltaya sap olamamış,12 Eylülden sonra Almanya’ya kaçmış, orda da tutunamamış, Türkiye’ye dönünce Cumhuriyet Gazetesi’nde iÅŸ bulmuÅŸ; Cumhuriyet Gazetesi’nin başından savmak için Kars’a muhabir olarak gönderdiÄŸi bir kiÅŸidir. Muhabirimiz fundamentalist tipin tenezzül etmediÄŸi kadının, eski okul arkadaşı olduÄŸunu öğrenir. Kadınla diyalog kurar ve Kars’tan beraber ayrılmaya karar verirler. Bu arada Almanya’da uÄŸraÅŸtığı ÅŸiire tekrar baÅŸlar.Ama yine baÅŸarılı olamaz. Eski okul arkadaşı da bir türlü gelmez garda beklerken. Çünkü fundamentalist tipi polise ihbar etmiÅŸtir muhabirimiz. Gammaz, ispiyoncu olmuÅŸtur. Bu nedenle sevgilisi onunla gelmemiÅŸtir. İstanbul’a yine kırgın, yine mutsuz, yine yıkık dönmüştür. Yani romandaki solcu karakter muhbir, gammaz olması hasebi ile “itibarsızlaÅŸtırılmış” ve hatta karaktersizleÅŸtirilmiÅŸtir.
Ve tuhaf bir rastlantı olarak Kars askerler tarafından “darbe” ile ele geçirilmiÅŸ, bağımsız bir devlet gibi yönetilmiÅŸtir bir süre.
Özetin özeti Orhan Pamuk’ta fundamentalistler üstün meziyetli; aÅŸkta ve iÅŸte baÅŸarılı ; caniler haklı iken; “solcular” beceriksiz,kiÅŸiliksiz ; askerler ise darbecidir.
Orhan Pamuk’un anlatımına (Bozuk ve uzun cümleler, yerinde kullanılmayan sözcükler, müphem ifadeler…) hiç deÄŸinmeyeceÄŸim. Bu baÄŸlamda Türk okuru kendisini mahkum etmiÅŸtir zaten.
Burjuvazinin de kalbi olduÄŸunu, sevme yeteneÄŸi olduÄŸunu, aÅŸkı bilip tanıdığını; yaÅŸadığını anlatmaya çalıştığı Masumiyet Müzesi’ni okumayınız lütfen. EÄŸer bu baÄŸlamda roman okumak isterseniz Halit Ziya’yı okumanız yeterlidir. En azından anlatımdan bir haz alırsınız, roman estetiÄŸinin farkına varırsınız, dar bir mekanda ve sınırlı sayıdaki ÅŸahıs kadrosunda olayların nasıl entrikleÅŸtiÄŸini görürsünüz. “ Ne olacak?” sorusu sizi hep romana baÄŸlar Halit Ziya’da. Ama Masumiyet Müzesi’nde bu soru “Roman bitse de kurtulsak.” cümlesine dönüşür.
Ahmet Altan pornocudur. Anlatımı sürükleyici olan Ahmet Altan adeta pornografiye tapmaktadır. Bu olgu dünyanın ve Türkiye’nin acı bir gerçekliÄŸi de olsa, bir sanat eserinde bu olgunun ön plana çıkarılması ne kadar doÄŸrudur. Ama Ahmet Altan babasının (Bkz. Viski, Bir Avuç Gökyüzü) ve Attila İlhan’ın (Haco Hanım Vay, Fena Halde Leman) izindedir ve bu konuda bayağı bir mesafe kaydetmiÅŸtir.
Denilebilir ki Tarık Dursun K.’nın KurÅŸun Ata Ata Biter romanında da benzer bir bölüm vardır. Ama bu romandaki tipler köyün aÄŸası ve tuttuÄŸu kiralık kadındır. Ki Tarık Dursun K. bu tür yaÅŸantıları bu tiplerin kiÅŸilikleri ile örtüştürmüştür. Romandaki bu yaklaşımı ile pornografiyi bu tiplerin nezdinde amaç olmaktan çıkarmış ve ait olduÄŸu kiÅŸilere mal etmiÅŸtir.
Halbuki Ahmet Altan romanlarında pornografiyi temel almış, izlediği pornografik filmleri romanlarında tiplerine uygulatmıştır.
Aynı Ahmet Altan sanki Orhan Pamuk ile anlaÅŸmış gibi Sudaki İz romanında solcu karakteri aÅŸağılamış (beceriksiz, çaresiz, zavallı biri olarak göstermiÅŸ), faÅŸist tipi ise (ki öldürdüğü siyahi kiÅŸinin üzerindeki kana bakıp “Kahverengi üzerine kırmızı hiç yakışmadı.” diyecek kadar faÅŸisttir.) yüceltmiÅŸtir.
Aynı ekolden Elif Åžafak “AÅŸk” romanında aÅŸkın yanından bile geçmeyerek, insani iliÅŸkilerden soyutlamış; Mevlana’yı fon olarak kullanmış, (Asıl Åžemsi Tebrizi’yi anlatmıştır.) romana mistik bir hava vermek istemiÅŸtir. Tesadüfi olarak da romanın erkek karakteri önce nirvanaya ulaÅŸmış, sonradan hidayete ermiÅŸtir. Dünyayı dolaÅŸmış, modaya uyarak çevreci olmuÅŸ Konya’da hayatına mim koymuÅŸtur. Konya halkı büyük bir ÅŸaÅŸaa ile cenazesini kaldırmış, halk ile ancak ölümünde bir araya gelmiÅŸtir.
Paralel öyküde de benzer bir durum vardır. Mevlana’nın halk iletiÅŸimi meyhanedeki sarhoÅŸ ve genelevden kaçan kız iledir. Yani Elif Åžafak’ın halkı kadınsa orospu, erkekse sarhoÅŸtur, berduÅŸtur. Elif Åžafak bireysel kurtuluÅŸu önermiÅŸ; bu kurumlara ve sisteme hiç dokunmamıştır. Bunu da Mevlana’ya yaptırmıştır. Ki bu doÄŸru bir kurmaca olsa da, Mevlana’yı halkçı göstererek tarihi bir yanılgı içine düşmüştür. Aslında Elif Åžafak bu kurmaca içinde gerçekliÄŸi yansıtmaktadır. Çünkü Elif Åžafak ve benzerlerinin halk ile ne iliÅŸkisi olabilir ki.
Benzer yaklaşımların özgün bir örneÄŸini farklı bir boyutta Hüseyin YurttaÅŸ’ın kitaba adını veren “BuÄŸulu Camların Ardı” adlı öyküsünde de görüyoruz.
Bir ÅŸirkette iÅŸe baÅŸlayan genç kızımız yaÅŸlı ve evli patronuna âşık olur. Patron da kızımıza… “Ne olacak?” sorusuna yanıt ararken patronun beklenmeyen ölümü aÅŸkı sonlandırır. Olay çözüme girdi derken ÅŸirketin başına patronun kızı oturur. İlginç bir durum olarak patronumuzun kızı (ÅŸirketin yeni patronu) gerek fizik, gerekse davranış olarak babasını andırmaktadır. Bu da sekreter kızımızı patroniçeye yönlendirir. Ve gün gelir sekreter kızımız ile ÅŸirket sahibi kızımız aÅŸkın doruklarında yaÅŸamaya baÅŸlar.
Bu konu, olay örgüsü ve öyküdeki ruhsal çözümlemeler size normal gelebilir. Bana hiç normal gelmedi. Hüseyin YurttaÅŸ’ın öykülerini bu boyuta taşımasına ne kadar gerek vardı, orasını bilemem. Bu nihayetinde yazarın tavrıdır. DoÄŸru mudur, yanlış mıdır, bunu da sizlere bırakıyorum.
Sonuç itibariyle Türk roman ve öyküsünde bunların baÅŸat olması, pompalanması ve gerçek edebiyatın yok sayılması – eminim - planlı, projeli bir harekettir. Bu romanlar yazılmakta deÄŸil, belki de, yazdırılmaktadır. Büyükler, yani popüler olanlar bunu bilinçli yapmakta, küçükler ise onlara öykünmektedir. Ve bir zaman bu böyle gidecektir.
Tuncay ARSLAN
"Tuncay ARSLAN" bütün yazıları için tıklayın...