Sabrın ve Yaratıcılığın Yalnız Şairi: Rilke
“yalnızlık benzer bir yağmura.
yükselir denizden akşamlara; çıkar göklere,
o ırak ve ücra ovalardan her zamanki yerine.
ve dökülür gökten şehrin üzerine.
tüm sokakların yüzü sabaha çevrilirken,
bir şey bulamamış bedenler
birbirlerinden hüsranla ve mutsuz ayrılırken;
biri diğerinden nefret edenler
bir yatakta beraber uyumaya mecbur kalırken
aradaki o saatlere yağar: Yalnızlık sonra ırmaklarla akar.”
Rainer Maria Rilke
“Saf ve el değmemiş özelliklerini yitirmek istemiyorsa, en iyi erdemlerinin bilincinden uzak, onların kendisindeki varlığından tümüyle habersiz yaşamak zorundadır, yaratıcı kişi!”
Şairin, şiirinden öte, şiire ve insana yaklaşımı, benim kendisini yakından tanıma isteğimi içimde arttırıyor. Özellikle de benim görülene değil de görülmeyene olan merakım, yazına bakışımı da etkiliyor. Sistematik öğrenme ve bilgilenme biçimi beni teselli etmiyor. Yazın ve sanatçı üzerine kendi kendime konuşmalarımın ve tartışmalarımın özetidir aslında bu. Üzerinde düşünce ürettiğim sanatçının yaşadıkları ile yazdıkları karşısındaki duruşuna yakın olmak ve değerlerine yabancılaşmayan yanlarını derinlemesine algılamak istiyorum. Bu biraz da şuna benziyor: Dünyaya gelen her bebek anne ve babasının kendisine verdiği ad ve soyadı taşıyor. Bense ailenin sanatçıya verdiği ad ve soyadı başımın üstüne koyuyorum ama bununla yetinmiyorum. Sanatçının yaşadıklarının karşısındaki duruşunu adı, yaşadıklarıyla beslenen sanatçı dehasını da soyadı olarak algılıyorum. Bedel ödeyerek hak ettiği ad ve soyadla daha çok ilgileniyorum. Bu duygularla sanatçı René Karl Wilhelm Johann Josef Maria’ın önce insan sonra sanatçı yanına yakın olmak istiyorum.
Prag' da Heinrich Sokağı 19 nolu evde 4 Ocak 1875 tarihinde dünyaya geliyor şair, oyun yazarı ve çevirmen Rilke. Babası subaylığa terfi edememiş, bu yüzden de ağabeyinin bulduğu işte çalışan orta dereceli bir memurdur. Rilke’nin babası, baba tarafından "Kärnten" bölgesinde yaşamış soylu bir aileye mensuptur. Annesi Phie (Sophie) da Prag'ın yerli ve oldukça varlıklı ailelerindendir. Babasıyla dost olan şairin annesiyle iç acıtıcı bir ilişkisi vardır. Hırs ve kaprisin ağına düşmüş annesi, oğlunu da kendisi gibi yetiştirmek istiyor. Çocukluk yıllarının içtenliği, babasından korkuları ise annesinden miras kalıyor ona. Annesine dair insan ruhunu derinden sarsan duygularını alıntıladığım şiirinden de algılamak mümkün: “Gördün mü, annem yıkıyor beni/ Taş taş alıp üstüne koydum/ Küçük bir ev kurdum/Tam bitti işim / Gördün mü, annem geliyor şimdi/ Geliyor annem, yıkıyor evimi, gördün mü… "
On yaşında anne ve babasının ayrılışlarına tanık olan Rilke, babasının içinde ukde kalan subaylığı meslek olarak tercih ediyor ilkin. St. Pölten'de ortaokulun alt bölümünü bittirdikten beş yıl sonra askeri okuldan kendi isteğiyle ayrılıyor. Liseyi dışarıdan bitiriyor. Felsefe, hukuk, sanat tarihi, tarih ve Alman edebiyatı okuyor; ama eğitimi tamamlamıyor. Geçimini amcasının vasiyeti olan 200 Gulden’lik burs ile babasının gönderdiği aylık para ile sağlıyor.
Şiirin gizi ile büyüsüne yirmi yaşında vakıf olan şair 1894’te Strassburg’da ilk küçük kitabı “Yaşam ve Şarkılar”ı yayımlıyor. Yazma ve üretme konusunda oldukça velut olan ozanın her yılbaşında yeni bir şiir kitabı basılmayı bekliyor.1896 yılında Prag'dan Münih’e taşınan Rilke’nin hayatının yönü Lou Andreas-Salomé ile tanışınca değişiyor. O güne değin hiç kimseye boyun eğmeyen ve kişisel özürlüğünden ödün vermeyen arkadaşların bile kolay kolay dostluğunu kazamadığı Rilke, Salome’ye itaat ediyor. Salomé'nin peşinden dört yıl yaşayacağı Berlin'e gidiyor. Salome’den gelen her emre kesintisiz boyun eğen şair Salome’nin adını Rene'den Rilke'e çevirmesine de itiraz etmiyor. Salome, hem annesi hem sevgilisi hem de sanat/özel yaşamının yönünü gösteren pusulası oluyor onun.
Onunla birlikte iki kez Rusya'ya gidiyor. Rusya’yı kendi yurdu olarak algılayan ozan Rusçayı öğreniyor ve Rus edebiyatı, Rus tarihi ve Rus sanat tarihi üzerine incelemeler yapıyor. Rus ressamlarından Kramskoi İvanov ile Levitan'a hayranlık duyuyor. Çeviri yapacak değin dilini geliştiriyor. 1899-1900 yıllarında Çehov'un Martı’sını, Dostoyevski'nin Yoksullar’ının bazı bölümlerini, Drozi'nin şiirlerinin ve bazı lirik yapıtlarının da Alman okurlarıyla buluşmasını sağlıyor çevirileriyle.
1898’de çıkarmayı planladığı Dir zur Fier (Sana Şenlik İçin) adını verdiği Lou Salome'ye yazdığı aşk şiirlerinden oluşan kitabını Lou'nun isteği üzerine basmıyor. 1899’da yayımlanan desenini Heinrich Vogeler’in yaptığı Mir zur Feier (Bana Şenlik İçin) kitabını asıl yapıtı olarak gördüğü için, İnsel Yayınevi'nin ikinci baskısını yapmasına izin veriyor. Aynı eser 1909’da Die weisse Fürstin (Beyaz Prenses) oyun sahnesiyle birlikte Frühe Gedichte (İlk Şiirler) adı altında çıkıyor.
Kendisini Rus ressamlarının resimlerinin Almanya'da açtığı sergiler aracılığıyla Alman seyircileriyle, Rus yazarlarının eserlerinin de Alman okuyucularıyla buluşmasından sorumlu tutuyor. Rilke’nin bu sorumluluk duygusunun altında yatan asıl gerçekse sevgilisinin kültür ve inanç biçimini kendi yaşama ve kültür biçimi haline getirerek sevgilisinin -sevgisini kazanma isteğinden kaynaklanıyor. Lou, iç dünyasının gizine ermiş tek kadındır hayatında. Lou’nun bu ayrıcalığı şairin heykeltıraş Clara Westhoff’la evlenmesine ve bu evliliğinden kızı Ruth dünyaya gelmesine karşın değişmiyor. Clara Weshofff’la evlenmesi Clara’ya âşık olduğu için değil; Clara’nın kendisine göstermiş olduğu olağanüstü ilgi ve sevgiden kaynaklanıyor. Evliliğinde kızı Ruth’un dünyaya gelmesi ozanın kendisini güvende hissetmesine ve yıllardır özlemini duyumsadığı aileye kavuşmasına vesile oluyor. Bu mutluluğunu parasızlık bozuyor. Ailesini geçindirme sorumluğu onu derinden sarsıyor. Hayatında ilk kez belli bir ücret karşılığında iş bulmaya çalışıyor. Sonunda da Bremen Günlük Gazetesi için denemeler yazıyor ve kitap tanıtım yazıları kaleme alıyor. Devamlılığı olan bir iş edinemediğinden dolayı kızını eşinin anne ve babasının yanına bırakmak zorunda kalıyor. Rilke, sık sık zorunlu gezilere çıktığı için kızıyla özlemini duyumsadığı yakın ilişkiyi kuramıyor. Evliyken de Rus şair ozanın ruh aynası oluyor. O aynadan gördüklerine göre kişiliğini biçimlendiriyor. Salome’nin ona armağan ettiği hayatı boyunca yanında taşıdığı Rus ikonu salt onun Salome’ye olan bağlılığın göstergesi olmaktan öte Lou’nun varlığını hissetmeden soluk alamayacağını kanıtlıyor. Bir insanda özlemini çektiği tüm arayışların tek adresidir Lou. Bu derinliği olan bağlılıktan olsa gerek çocukluğunda annesinin üzerine kurduğu baskıdan dolayı kadınlarla iyi anlaşamayan Rilke, Lou’dan sonra hayatının geri kalan yıllarında erkeklerdense kadınlarla daha iyi anlaşıyor ve kadınlara kendini daha yakın hissediyor. Rus şairin ozanın annesinin çocukluğunda onda bıraktığı olumsuz izleri silmesi Salome’yi Rilke’nin içinde ölümsüzleştirmesi için yeterli bir nedendir. Salome kadar olmasa da hayatında iz bırakan bir başka kadın da Kontes Marie von Thurn und Taxis’dir.
Şairin kişiliğinin en belirgin bir başka özelliği de kılı kırk yaran titizliğidir. Kendini avutmak için değil; kendi gerçeğini algılamak için şiir yazan şairin üne, makama paye vermemesi aşırı duygusal, aşırı sade, aşırı gösterişsiz biri olması tamamen bir insanın kendisini gerçek bir insan yapma arzusundan kaynaklanıyor. Bu çağdaş dervişin dostları dışında büyük bir şair olduğunu mütevazılığından dolayı kimse bilmiyor. Sessiz konuşan, gülerken bile sesinin tonu değişmeyen, sessizliğe özellikle de benim gibi yalnızlığa tutkun şair giydiğini kendine yakıştırmada ustadır. Kendisi gibi göze batmayan aksesuarları tercih etmesiyle, estetik ile güzellik anlayışını yaşama biçimi haline getirmesiyle, önemsiz bir mektubu yazarken bile üstü çizilmiş tek sözcük olmamasına dikkat etmesiyle, bayağılık ile kabalığı hayatından çıkarmasıyla, duygu ve düşüncelerini kendine saklamasıyla, duygularının kontrolünü hiçbir zaman kaybetmemesiyle tanınıyor çevresinde. Gizeme ve yalnızlığa âşık bu adamın anlaşılmazlığı seçkin bir okuyucu kitlesine seslenmekten ödün vermemesinden kaynaklanıyor. Seçkinliği sınıfsal ve toplumsal bir ayrımdan kaynaklanmıyor. İç dünyasının gizini anlayacak derinliği olan okuyucuyu seçme konusundaki tutarlığı ile kararlılığından kaynaklanıyor. I. ve II. Dünya Savaşı’na tanıklık ettiği için birçok acıya göğüs geren bu soylu şair, o dönemde yaşadığı içsel çöküntüyü yazarak paylaşmak yerine kendi içsel derinliğinde içselleştirmeyi seçiyor. Yazmada ve yaratmada gerçek bir mükemmeliyetçidir. Yanından İncil, Danimarkalı ozan Jens Peter Jacobsen’in ve bir dönem danışmanlığını yaptığı heykeltıraş Auguste Rodin’in yapıtlarını ayırmaz. Onun yapıtlarında Tanrı’ya duyumsadığı yakınlık hâkimdir. Tanrı’yı dış dünyanın dışında görmüyor. Evreni Tanrı ile özdeşleştirdiği için yazdığı her imgede Tanrı’yı yaşıyor. İncil’le olan dostluğundan sabretmeyi yaşama biçimi haline getiriyor.
136 yıl önce yaşamış ve hayat serüvenini noktalamış Rilke’nin şiirleri üzerinde düşündüğümde onun şiire ve okuyucuya bakışının kendisine özgü birçok farklılığı temsil ettiğini algılıyorum. Kendisine bir mektupla ulaşan ve şiirlerini değerlendirmesini kendisinden isteyen genç şair Franz Xaver Kappus’a yazdığı birbirinden değerli on mektubu okuyorum. Şiir konusunda kendisine danışan Kappus’a şiir hazinesinin anahtarını hiç düşünmeden veriyor. Aslında Rilke her şiir dizesinin başlı başına bağımsız olmasını ve tek başına taşıdığı anlam itibariyle dünyayı kapsamasını önemsiyor. Düşünce ve duygu akrabalığında her sözcüğün tek başına bireyleşmesinden yanadır bu anlamıyla. Çünkü her şiiri onun parçalanmış bir yanının haritasıdır. Haritanın eksik diğer parçalarını tamamlamaya uğraştıkça şairin elindeki harita da paramparça oluyor. Parçalanmışlık ve bütünleşmeme “Rilke” şiirinin tek söz sahibi yapıyor onu.
Eleştirinin amacı kişiyi ilgilendiği alanda yüreklendirmek ve doğruya yönlendirmektir. Bu anlamıyla şairin hem şiir birikimini hem de şiir yazanları doğru yönlendirmesi örnek alınacak türden bir değerler dizgesidir. Goethe “O öğrendi, bizlere de öğretebilir” sözünü Rilke için söylemiş sanki. Emek vermek, verdiği emeği hak etmektir onun yaşamının / şiir sanatının özeti. Şiirde hiç kimsenin kimseye akıl ve yol gösteremeyeceğini savunan şairin bize şiirleri kadar bıraktığı bir diğer hazine de bizi yazmaya iten nedeni keşfetmemizi ısrarla bizden istemesidir. Şiir; yitirdiklerimizin sesi, dileklerimizin bize gönderdiği açık bir davetiyedir aslında. Bundandır genç şairlerden etkilenmeden değil de özentiden kendilerini sakınmalarını istemesi ve genç şairlerin toplumun genel kabulüne sığınmak yerine kendi günlük yaşantısının temalarını öne çıkarmalarını öğütlemesi. Her şairin duygularını dile getirmek için etrafındaki nesnelerden, imgelerden anımsamalardan… yararlanması gerekliğini de imlemesi boşuna değil. Hemen her şair duygu bankasına sahiptir. Ona göre yoksul şair yoktur/olamaz da. Sadece duygu zenginliklerinin hayatına kattığı anlam derinliklerini göremeyen şair/şairler vardır. Bu yüzden de bir şairin mutlaka en büyük zenginliği olan özgün dünyasının derinliklerine dikkatini yönlendirmesini ısrarla bize anımsatıyor. Çünkü her söz zamanla tümce içinde evrim geçirir ve sanatçının özgün düşüncesine dönüşür.
Haksız eleştirel sözlerin sanatçı ile yapıtı arasına mesafe koyduğunu savunan Rilke, yapıtı eleştiren kişi/kişilerin her an yapıta dair yanlış anlaşılmalara kapılabileceğini savunuyor. Şiir yaşayan canlı bir mekanizmaysa ki öyledir kimse yazılan şiirin yazın dünyasındaki yaşam serüveni tahmin edemez/edemiyor. Bu yüzden de şiire/şiirlere genelleme getirenlerin kendi şiirleri başta olmak üzere kimsenin söz konusu edilen şiirin zamanla ne tür bir ilişki geliştireceğini bilemeyeceği gerçeğini savunuyor haklı olarak.
Gerçek bir sanat yapıtını zorlukların yarattığına inandığı için şairlerin yaşamlarının zorluklarını mükâfat olarak algılamalarını istiyor şairlerden. Kendini şiirde ifade etmek isteyen her şairin yaşama kaynağına ulaşmasının gerekliliğine inanıyor ve bu yüzden de her şairin kendi dününü bugününü ve yarınını sorgu hâkimi gibi sorgulaması gerektiğini ısrarla savunuyor. Yaratıcı kişinin kendisine dair oluşturduğu dünyasında aradıklarının tümünün kendi içinde var olduğunu dolayısıyla da bir şairin kendi kendisiyle bağlantı kuracak doğasını dört mevsim yeşertmesi gerektiğini anımsatıyor.
Şairin mektuplarından ozan Richard Dehmel hakkındaki görüşlerini öğreniyorum. Bu bir başka anlamıyla onun gibi saygın bir şairin bir sanatçıyı değerlendirirken başvurduğu yöntemi açıklaması bakımından oldukça önemli bence: “Richard Dehmel: diyelim ki kitaplarından birini okuyorum da güzel bir sayfayla karşılaştım, okuyacağım bir sonraki sayfanın yine her şeyi berbat etmesinden, sevimliyi sevimsize dönüştürmesinden korkuyorum. Bu arada şunu da belirteyim ki, şöylece tanıdığım insanlarda da yaşıyorum aynı durumu. Siz “şehvet sarhoşluğu içinde yaşayan ve sanat yapan” bir kişi demekle çok güzel nitelediniz Dehmel’i. Hani gerçekten de sanatsal yaşantıyla cinsel yaşantı arasında haz ve elem açısından o denli bir yakınlık var ki, bunların ikisi de tek ve aynı özlem ve mutluluğun değişik biçimlerinden başka bir şey değil. Ve eğer kösnüllük yerine cinsellik diyebilseydik, kiliselerin yanılgılı kuşkusunu üzerine çeken anlamda değil de, o büyük, geniş ve saf anlamda kullanabilseydik bu sözcüğü, Dehmel’in sanatının alabildiğine bir yücelik ve sonsuz bir önem kazandığını görürdük.” (s. 53.)
Şairin cinsellik konusunda niçin bu denli tedirgin olduğunu şu satırlarından algılıyorum: “Ortadaki cinsel dünya tümüyle yetkin ve saf bir nitelikten yoksundur, yeterince insancıl değildir, yalnızca erkeksi bir dünyadır, bir kösnüllük, bir esriklik ve tedirginliktir; eskiden kalmış önyargıların ve büyüklük taslamaların yükünü taşır, taşır üzerinde; öyle ön yargılar ve büyüklük taslamalar ki, bunlarla erkek sevgiyi sevgi olmaktan çıkarmış, adı geçen önyargıları ona mal etmiştir. Erkekler bir insan değil de, yalnızca bir erkek olarak sevdiği için, cinsel duygularında görünürde bir darlık, vahşi, çirkin, zamanla bağımlı, geçici bir özellik saklıdır; bu da sanatın değerini küçültmekte, onu sağlamlıktan uzak ve sallantılı bir duruma sokmaktadır. Dolayısıyla, kusursuz sayılamaz böyle bir sanat, zaman ve tutkunun damgasını taşır, ilerde de sürüp gidecek ve varlığını koruyacak pek bir şeyi içermez.” (s.54)
Eserde yer alan on mektup onun hakkında kendine ait fikir edinmek isteyen okuyucu için bulunmaz bir fırsat. Günlüğü aratmayan bir içtenlikle kaleme aldığı mektupları sayesinde onun sanata aşka yalnızlığa sabra… dair gerçek düşüncelerini öğreniyorum. Bu bağlamda şairin okuduğum on mektubu, nasıl bir dünya içinde yaşadığını, şiirlerini nasıl bir dünya içinde yarattığını, önceliklerini belirlerken nasıl kılı kırk yardığını, kendini yaşadıklarından, ille de hislerinden nasıl yarattığını belirtmesi açısından oldukça önemli buluyorum.
Kaynak:
Rilke’nin Mektupları. Düşün Yayınevi. Çeviren: Kamuran Şipal. S. 87.
*Şairin “Yalnızlık” şiirinin çevirisi Osman Tuğlu’ya ait.
İlk Yayım: Kıyı Dergisi. Sabrın ve Yaratıcılığın Yalnız Şairi: Rilke. Eylül - Ekim 2011.s.6-8.
Yapıt İlk Yayım: Kitaplarla Söyleşi. Camgöz Yayınları. İstanbul.S.177-184.
|