ISSN 1308-8483
HALA HABER BEKLİYORUM SENDEN / Seyfi GÜL
Seyfi GÜL    
  Yayın Tarihi: 23.9.2008    


HALA HABER BEKLİYORUM SENDEN

Hala haber bekliyorum senden
Yazık bir şey gelmiyor elden
Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu
Bu yalnızlık aldı yürüdü
Gitgide sen oldu büyürken
…………..

1900’lü yılların 80’lilerinin başlarıydı.

İki kişiydik.
İki kişi çıkmıştık yollara.

İstanbul’da henüz ikinci köprü yapılmamıştı. Herkes köprüden bile geçmemişti daha. Bizzat köprüden geçmiş bir adamım diye hava atabilirdiniz memleketin her bir yerinde. Kar sarmalardı İstanbul’u. Galata köprüsü eski köprüydü hala. Köprü altından geçerdik. Şarabı çekmiş amcamın yaka bağır açık, gökyüzüne ellerini açıp “Şükürler olsun Allah’ım bu ne güzel hava, yandık yandık” dediği günlerdi. Eminönü kayıkçı iskelesinden, motor beklerdik Kasımpaşa’ya geçmek için. Sirkeci, Eminönü çepeçevre otobüs durakları. Otobüs duraklarını ahtapot kolları gibi sarmalamış ve birbirini bastırmak için teyplerinin sesini sonuna kadar açmış seyyar kaset satıcıları ve kasetçi dükkanlarının önlerinden, mahşeri kalabalıkla neredeyse kol kola ilerlerdik varacağımız yere. Sonra yüzümüze tokat gibi vuran soğuk havaya aldırmadan, bata çıka yol alan yolcu motorunun bir an evvel ulaşmasını dileyerek korkuyla sindiğimiz köşeden iskeleye bakardık. Kısacık Haliç geçişi acelesi olanlar için şehirlerarası yolculuk gibiydi. Kara göründü diye bağıracak gözlerle bakanlar vardı yaklaştıkça. Nihayet; ayağının sağlam bir yere basacağını hissedip şükredenler, yetişeceği yere zamanında varmanın huzuru yüzünden okunanlar, bir şeyleri kaçırmanın kızgınlığıyla içinden sövüp saydığı besbelli olanlarıyla iskeleye çıkılırdı. Herkes dört bir yana koşar adım uzaklaşırdı. Biz Deniz Hastanesinin dik; hasta ve hastası olanlar için bir kat daha dik yokuşunu çıkardık.

Çocuktuk. El ele tutuşur yürürdük yolları.

Çocuk bekliyor-muş-duk. Masal gibi.

Haliç kokardı. Hem de ne koku. Eyüp, Balat, Kağıthane tarafları bayıltacak kadar kokulu. Adacıklar vardı suyun yüzünde. Bedrettin DALAN henüz “gözlerim gibi mavi yapacağım” dememişti buraları. Kollektör-mollektör kavgaları başlamamıştı. Biz çocuğumuza ilerde nasıl “seni Haliç’ten tuttuk” diyeceğiz diye düşünürdük. “Balık bile yok, çocuğu nerden tutacaksınız Haliç’ten” diye cevap verdiğini duyar gibi olurduk.

Gülerdik.

…………………………..


Koca bir kamyon getirmişti az biraz eşyalarımızı. Bir sürü eksiğiyle ev kurmuştuk Karadeniz Ereğli’nin sırtlarında. İlk taksitli alışverişi yapmıştık perdeler için. Sonrası Grundig FM’li radyo, Singer Yoknaz dikiş makinası, Hoovermatik Çamaşır makinası ve dahası. Silme kar dolardı yağınca balkonumuz. Camlardan göz açardık nefesimizle, limanı gözleyecek kadar. Balıkçılar çıkardı denize soğuk-moğuk demeden. Gözünü sevdiğimin hamsisi herkese yetecek çoklukta atlardı ağlara. Kasa kasa İstanbul yollarına düşmeden, kürekle doldurulurdu torbalara göz hakları. Hele palamutun yağlandığı zamanlar, duman basardı şehrin semalarını; her evde sadece balık pişiyor sanırdı kent dışından gelenler. Bu göz hakları, komşu hakları pek çoktu. Çilek zamanı tepsiyle Osmanlı Çileği, olunca erik, armut, kestane kapıya kendiliğinden gelirdi. İlaca, hormona bulanmamış sebzeler, meyveler doldururdu pazarı. Pazaryeri; yüzünden kan damlayan kırmızı kırmızı yanaklı kızların, ablaların, teyzelerin, halaların, anaların yeri. Karşı cinsten kimseler yok. Onlar ya Erdemir’in bacalarını tüttürmek için iş’te, Armutlu’da, Kandilli’de, Zonguldak’ta madende, ya da buralarda tüketemedikleri ciğerlerinin kalan kısmını telef etmek için kahvehanelerde.

Günde birkaç sefer ÜSTÜN ERÇELİK, DOĞAN KÖRFEZ, eh haftada bir de AYDIN TURİZM çalışırdı uzaklara. Son arabayı kaçırmamak vardı hayatımızda. Akşam saat altıda. Yoksa ertesi sabaha kadar terk etmek mümkün değildi oraları.

Zengin parasıyla, fakir karısıyla oynardı. Çocuklar doldururdu sokakları.

Dolmuş çalışırdı çarşıdan Devlet Hastanesine, SSK’ya. Sıra, randevu alınmazdı önceden. Hastaysan gider muayeneni olurdun, az bir beklemeylen. Sağlık karnen varsa ilacını alırdın, katkı payı filan ödemeden. Hem de doktor ne ilaç yazdıysa onu alırdın, muadili muhabbeti olmazdı eczacıyla.

Hastaneye bir yokuştan çıkılırdı burada da. Ama düşüp Kasımpaşa meydanına tekerlenme ihtimalin yoktu. Daha bir düz yokuştu yani.

Çocuğumuz vardı. Biraz büyümüştük. Taksitleri bile düzene koymuştuk. Tıkır tıkır aldığımız maaşı şıkır şıkır yetiriyorduk her şeylere. Hastane bayırındaydık.

Vagonlar taş kömürü boşaltıyordu kömür iskelesine. O kömürü uzaklara götürecek bayrakları başka başka gemiler bekliyordu limanda. Raylar arasında vagonlardan düşmüş kömür parçaları topluyordu birileri.

Bir daha çocuğumuz olacaktı bizim.

………………..


İkiydik, üç olduk, sonra dört. Dolu dolu yaşadık yılları. Her birinden ayrı tatlar alarak. Her birinde dolu dolu hikayeler yaşayarak. Sonra Sezen AKSU namıyla bir Minik Serçe türedi şarkılarıyla. Baktık biz oradayız, dediği yerdeyiz, anlattığı haldeyiz.

Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu

Bu yalnızlık aldı yürüdü.
……………

Yine iki kişiyiz.


Seyfi GÜL



2457










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)