LONDRA'DA ORADA BURADA
Londra'da yaklaşık bir ayı geride bıraktım.. Her gün keşfedecek çok şey var. Fakat toplu taşımın ciddi derecede pahalı olması insanın belini biraz büküyor. Neyse şimdilik her şey iyi gözüküyor. Bir sürü yere gittim. Buraya ilişkin aidiyet duygumun geliştiğine günden güne tanık oluyorum. Bu arada arkadaşlarımı ziyaret ettim. Pazarlarda soluklandım. Üniversitelerin olduğu bölgeyi yürüyerek keşfetmeye çalıştım. Charles Dickens'ın, Wirgia Woolf'un soluk aldığı yerlerde soluk aldım. Farklı yemekler yedim ve yaptım.
Fotoğraflarla Londra'da orada burada turu yapacağız.
"Chinese Pot" adı verilen bir geceye katıldım. Önerilen bir web sitesinden herkes yapabileceği yemeği seçiyor ve kendi malzemesini alıp bu aktiviteyi organize eden kişinin evine gidiyor. Kendi yemeğini yapıyor. Pişirilen yemekler birlikte yeniyor. Çok keyifliydi. Ben de böylece ilk Çin yemeğimi yapmış oldum. Benim yemeğim "fried egg rice" Hemen tarifini vereyim. Pirinç haşlanır. Acı kırmızı biber ve sarımsak yağda yakmadan kavrulur. Vog tavanın içinde kavrulmuş biber ve sarımsak haşlanmış pirinçle karıştırılır. Tavanın kenarında yumurtalar kırılır. Sonra bezelye ve karides konur. Hepsi karıştırılır. Bolca soya sosu ile servis yapılır. Pek lezzetli olduğunu söyleyebilirim. Aslında neye benzeyeceğini pişirmeden önce keşfedememiştim. Ama sonuç başarılıydı. Bu fotoğraf o geceden!
Bu bir tavuk yemeği. Turunçgiller ailesinden gelen bir meyvenin suyu ile pişirilmiş. Bol ekşi, acı ve soğan vardı. Bu arada ek bilgi olsun, kırmızı taze acı biberin kilosu yaklaşık otuz liraydı. Bizim kilo ile aldığımız kırmızı biberden iki tane almakla yetindim. Bütün yapılan yemeklerde bu acı biber kullanıldı. Eminim herkes benim gibi iki tane aldı. Sanırım bu acı kırmızı biber Çin Mutfağı’nın olmazsa olmazlarından..
Kingston'da Jill ve John'u ziyaret ettim. Yeni evlat edindikleri Alexis ile tanıştım. İnanılmaz soğuk bir gündü. Yürüyüş için bir ormanlık bölgeye gittik. Göl tamamen donmuştu. Daha önce Londra'da bu kadar soğuk havaya tanık olmamıştım.
Buranın en popüler pazarlarından olan "Portebello Street"e gittim. Her şeyin ama çoğunlukla antikanın satıldığı bir pazar. Biraz değişmişti. Turistlerin ihtiyaçlarına göre düzenlemiş. Doğallığını kaybetmişti. Orada gene beni sokak sanatçıları kalbimden vurdu. Hava inanılmaz soğuktu ama onlar performanslarına aralıksız devam ettiler. Merak ettim bu kadar soğukta enstrümanların akortları bozulmaz mı?
Çin Mahallesi, Çin restaurantlarının ve marketlerinin yer aldığı bir bölge. Aslında her Londra'ya gittiğimde farkında olarak ya da olmayarak yolum düşüyor çekik gözlülerin mahallesine..
Çin yeni yılında oldukça renkliydi. Her yer kırmızı büyük balonlarla süslenmişti. Bu iki fotoğraf Soho'daki turistlerin uğrak yeri olan Çin Mahallesi’nden.. Şehrin göbeğinde kendi mahallelerini yaratmışlar. İlginç! Neden şehrin merkezinde Hint Mahallesi, Türk Mahallesi ya da başka bir mahalle yok da Çin mahallesi var? Aslında Londra'da her milletin toplu olarak yerleştiği yerler var. African Town, Turkish Town, Indian Town gibi... Buralar şehir merkezinde değil.
Londra'daki tren istasyonları hakkında bir yazı yazayım istiyordum. Şimdiye kadar yazamadım. Bu yazımın içinde birkaç fotoğraf paylaşmak istedim.
Bu fotoğraf Waterloo tren istasyonunda çekildi. Eski ve hoş bir tren istasyonu.
Tren istasyonları eski - yeni, büyük - küçük çeşit çeşit... Eskiden beri tren istasyonları ilgimi çekmiştir. Merak ederim neden otobüs terminalleri değil de tren istasyonları diye.. Bunun cevabını bulmaya çalışmalıyım. Belki de tren istasyonları genellikle eski olduğu için.. Belki trenler biçimleri ile sempatik oldukları için.. Belki de tren istasyonlarına daha çok yatırım yapılarak daha sempatik hale getirildikleri için...
Geçmişte Ankara'dan İstanbul'a mavi trenle giderdim. Haydarpaşa'ya sabah erken saatte varmak beni çok heyecanlandırır ve orada bir süre vakit geçirmek isterdim. Tren istasyonlarının kendine özgü bir de kokusu vardır. Bu koku da beni çocukluğuma götürür.
Ankara Garı’ndaki kahvede her zaman bir bardak çay içmek çok hoşuma gitmiştir. Beni kendi ülkemde heyecanlandıran tren istasyonlarından burada da çok sayıda var. Bu istasyonlarda vakit geçirmek çok hoşuma gidiyor. Tren yollarının bir bölümü 1800’lü yıllardan kalma. Tüm tren istasyonları metro ile bağlantılı. Toplu ulaşım pahalı olmasının dışında mükemmel. En güneyden en kuzeye ya da en batıdan en doğuya çok kısa sürede ve kolaylıkla gidilebilme şansı var. Haberlerde her yarım saatte bir metro ve tren hatları ile ilgili bilgi veriliyor. Zira nerdeyse nüfusun tamamı tren ve metro kullanıyor.
Buradaki başka bir ulaşım aracı bisiklet. Belediyeler istasyonların yakınlarına büyük bisiklet parkları yapmış. Bu parklarda çok sayıda bisiklet var. Yıllık yüksek olmayan bir ücretle halkın hizmetine sunmuşlar. İnsanlar bu bisikletleri kullanarak kendi ulaşımlarını sağlıyor. Bisikletleri istedikleri bisiklet parkına bırakabiliyor.Ciddi bir kolaylık.. Ama bisikletlerin çok konforlu olmadığı söylendi. Bir istasyon parkındaki bisikletlerin sayısı çokken diğerinde az olabiliyormuş. Belediye sürekli arabalarla bisikletleri taşıyormuş insanların hizmetine sunmak için.. Hoş uygulama olmadığını kimse söyleyemez ama çok iyi yürümediği belirtiliyor. Halkı araba kullanmaktan kurtarmak için geliştirilmiş bu uygulamada bisikletler bir istasyondan diğerine arabayla taşınıyor. Evet biraz komik! Geçen gün en az 80 yaşında olan bir kadın pufidik terlikleri bisikletle yokuş tırmanıyordu. Görülmeye değerdi.
Şimdi birkaç fotoğraf da metro ve tren istasyonlarından..
Bu tren istasyonu King Cross St.Pancras. Yeni restore edilmiş. Gerçekten etkileyici bir mekan olmuş. Ulusal ve uluslararası trenler buradan işliyor. Ayrıca bu istasyondan olimpiyat alanına 8 dakikada ulaşılıyormuş. Olimpiyatları göremeyeceğim ama olimpiyatlar için yatırım yapılmış olan King Cross istasyonunda zaman geçirme şansım oldu. Güzel fotoğraflar çekmek için gitmeliyim. Zira bu sefer makinamın şarjı bitti. Burada özellikle ziyaret etmek istediğim birkaç eski tren istasyonu var. Tren istasyonları bir başka yazımın konusu olacak.
Tren istasyonunda oturup bir kahve içmenin neden keyifli olduğunu tekrar kendime sordum bu yazıyı yazarken... Seyahat etmeyi sevdiğim için acaba yolcuların duygularıyla ortaklık kurma çabası olabilir mi? Çeşit çeşit insanın sadece hallerine bakarak kendi başıma hikaye kurma çabasının beni eğlendirmesi mi? Bilemedim...
Şimdi de gece çekmeye çalıştığım fotoğraflar var sırada...
Bir başka aktivite ise uluslararası bir yardım organizasyonun düzenlediği geceydi. Cafe de Paris diye bir yerde bu toplantı organize edildi. Bu toplantı organizasyon adına çalışanlara teşekkür etmek için düzenlenmiş. Organizasyonda gönüllü olarak çalışan insanlara ödeme, yemek, sinema bileti ya da benzeri şekillerde yapılıyormuş. Burada gönüllü işler çok destekleniyor. Çeşitli bilimsel araştırmaları destekleyen dükkanlar (Charity shops) var. Gönüllüler çalışıyor. İkinci el mal satıyorlar. Ayrıca belediyeler içinde gönüllülere destek veren birimler var. Birçok işi gönüllülerle hallediyorlar. Gönüllülük yaşamın bir parçası..
Şimdi bu geceden birkaç fotoğraf...
Sıra Londra'daki üniversitelerin yer aldığı Russel Suqare geldi. Kırmızı tuğlalardan yapılmış sıra sıra binalar.. Genç nüfusu hissetmek mümkün. Bu çevrede Virgina Woolf ve Charles Dickens'ın yaşadığı belirtildi. Charles Dickens’ın şimdi müze olan evi de buradaymış. Ziyaret edilmeli mi? Bilmiyorum...
Bu çevrede birkaç hastane vardı. Tıp fakültelerinin eğitim hastaneleri. Binalar kırmızı tuğladan ve Victorian mimari sitili ile 18. yüzyılda yapılmış. Bu binaların hemen yakınında inşa edilen hastaneler Türkiye'deki gibi renkli camdan yapılmış son derece modern binalar. Bölgeye yakıştıkları söylenemez. Hastanelerde kullanılan bu mimarinin iki ülkede ortak olması ilginç.. Vardır bir nedeni..
Bu arada Türk arkadaşlarımla da buluşmayı ihmal etmedim. Gülden'in Londra'nın kuzeyindeki (Southgate) evine gittim. Londra'nın kuzeyi güneyine göre daha az İngiliz. Genellikle Londra'ya dışarıdan gelmişlerin kendine mekan edindiği bir bölge. Türk Mahallesi de Londra'nın kuzeyinde. Londra'nın güneyi çoğunlukla beyaz İngilizlerin yaşadığı bölge. Sanırım beyaz Türk tanımlaması da buralardan gelmiş.. Londra'nın güneyi çok temiz, çok düzenli ve çok yeşil ama.. Sanki ruhu eksik. Sokakta dolanırken soru soracak bir adam bulmak ciddi problem..
Gülden'in dünya tatlısı kızı Ela ile tanışmak çok keyifliydi. Hep birlikte o çevredeki Trent Park adı verilen parka gittik. Çok soğuk olmasına rağmen çok eğlendim. Oradan sonra da Türk bakkalından simitlerimizi alıp evde ince belli bardaklarımızda çayımızı içip simit yedik. Görüldüğü üzere Londra'da çay simit keyfi yapmak mümkün.
Şimdilik Londra'dan haberler bu kadar... 22.Şubat.20012
|