ISSN 1308-8483
İnsanlığın Kütüphanesinde Hayatı Eser Olan Arthur Rimbaud / Bedriye KORKANKORKMAZ
  Yayın Tarihi: 12.3.2012    


İnsanlığın Kütüphanesinde Hayatı Eser Olan Arthur Rimbaud

Henry Miller’in, Rimbaud Ya da Büyük İsyan kitabını ile Stefan Zweig'ın Yarının Tarihi eserinde yer alan “Arthur Rimbaud” denemesini okudum. Yazına ve insanlığın kütüphanesine birbirinden değerli eserler bırakan bu iki sanat dehası, Arthur Rimbaud’nun kişiliği ile yaşam algılayışını ifade ediş biçimlerini karşılaştırma ve üzerinde düşünce üretme olanağını verdi bana. Benim için her iki esere de değer katan, bu birbirinden değerli üç dehanın içgüdülerine, duygularına, düşüncelerine, hayatı ve sanatı algılayış biçimlerine ayrı ayrı tanıklık etme olanağını bulmam. Benzer acıların ve ortak yaşamların insanları birbirine yaklaştırdıklarının doğruluğunu Miller’in ünlü şairin hayatıyla kurduğu yakınlıktan anlıyorum. Böhme’nin: “Kendimi okuduğumda, Tanrı’nın kitabını okuyorum ve siz kardeşlerim benim kendimi okuduğum alfabemsiniz, çünkü tinim ve istencim kendimde sizi buluyor. Sizin de aynı şekilde beni bulmanızı tüm yüreğimle isterdim” (s.77, Rimbaud Ya da Büyük İsyan”) dediği gibi, H.Miller da, kendi tininin alfabesini A.Rimbaud’da buluyor ve kitabında da bu düşüncenin altını ısrarla çiziyor. Miller, tıpkı ozan gibi kendisinin de annesi yüzünden acılar çektiğini, doğduğu kenti terk ettiğini belirtiyor. Ünlü ozan hakkında kaleme alınmış diğer yapıtlar içinde kendi yazdığı yapıtın farklılığını A.Rimbaud ile benzer duygu ve düşüncenin insanları oluşuna bağlıyor. Haklı da.

20 Ekim 1854 yılında Fransa’nın kuzeyinde Ardenler bölgesi sınırlarında Charleville kasabasında dünyaya geliyor şair. Şiirin kaderini değiştiren Arthur Rimbaud, subay olan babasının terk ettiği annesi ve kardeşleriyle büyüyor. Annesi Vitalie Cuif, varlıklı bir ailenin çocuğudur. Rimbaud’nun üç kardeşinden en çok değer verdiği kız kardeşi Isabelle'dir. Eğitimini tamamlamak yerine gezmeyi tercih ediyor ve on altı yaşında evden kaçıyor ozan. Annesine duyduğu öfke ile kız kardeşine duyumsadığı yoğun sevgi yüzünden, kendi gerçeğini aramakla geçiyor ömrü. Otuz yedi yaşında Marsilya'da bir hastane yatağında bir bacağı kesilirken ve kanserli hücre tüm vücuduna insafsızca yayılırken, o muhtemelen ustası Baudelaire’in, “Her kim kendi yaşam koşullarına rıza göstermezse, ruhunu satar” dediğini anımsıyor olmalı.

Rimbaud, çocukken müzikle ve matematikle ilgileniyor. Herkes onun bu iki meslekten birini tercih edeceğini sanıyor. O, her zaman yaptığı gibi yine insanları şaşırtıyor ve sözcüklerin dünyasını fethetmeyi seçiyor. Geçimini yazdığı şiirlerle değil, bir ırgat gibi çalışarak sağlıyor. H.Miller, A.Rimbaud hakkındaki şu değerlendirmesinde haklı: “O tohum olarak doğdu ve hep tohum kalıyor. Onu kuşatan karanlığın anlamı budur. İçinde ışık vardı, harika bir ışık ama ışınlarını ölümünden sonra göndermesi gerekiyordu. O, mezarın öte yanından, uzak bir ırktan geldi ve yeni bir tin ve bilinç ortaya koydu. Je Pense (düşünüyorum), demek yanlıştır; on me pense (düşünülüyorum) demek gerekir diyor. Dehanın beni üzerine söylediği, her şey aydınlatıcı ve öğreticidir. Onun bedeni, düşlenmiş doyum, merhametin parçalanması, yeni canavarla çiftleşmiş (s.77)” sözleri bana çok anlamlı geliyor.

Yirmi üç yaşında dünyayı gezerek hayatın tüm sınavlarından geçen ozan, hapiste yatıyor, aç kalıyor, çalışmadığı ucuz iş kalmıyor, vahşi ormanların dehşetine sığınıyor, kendisi gibi ünlü şair Paul Verlaine ile birlikte yaşıyor, Somali zencilerinin dillerini öğreniyor. Bu ele avuca sığmayan genç asi şair, gerçekte sanatı aracılığıyla adını yaşatmayı aklına getirmiyor. Yazın tarihinde çocuk denecek yaşta üne kavuşmuş olması yazgının bir oyunu olsa gerek. Ün hiçbir şairin hizmetine onun hizmetine girdiği kadar kolay girmiyor.

On yedi yaşında Victor Hugo'nun "Çocuk Shakespeare" dediği şair, şiirin dünyasında işgal etmediği tek bir gezegen bırakmıyor. Özelikle "Sarhoş Gemi" ile Fransız şiirinin en güzel örneklerini veriyor. Hükmetme hırsı ile nasıl ki ünlü şair Verlaine’i metresi konumuna koymayı başardıysa hayatı da, şiiri de kendi güdümüne almayı aynı biçimde başarıyor. Rimbaud, kişiliği gereği zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan birisi değil; kaybedecek zincirleri dahi olmayan şiirin dâhisidir.

Şiirle alay eder gibi yazıyor şiirlerini. Bu işi o denli ileriye götürüyor ki, sesli harfleri renk değerlerine göre istifleyerek kaleme aldığı Sonesi, Fransızların kutsal kitabı olma özelliğini günümüzde bile taşıyor. Şiirin kutsal topraklarında kâh botanik kuruyor, kâh sözcüklerin vahşi ormanını yetiştiriyor şair. Yazdığı şiirleri gözden çıkarma işini öylesine ileri götürüyor ki, dostları tarafından yazdığı şiirler toplanmamış olsa, elimizde kendi isteğiyle Brüksel’de bastırdığı Cehennemde Bir Mevsim şiir kitabı dışında şiirleri olmayacaktı Rimbaud'nun.

Dizginlenmeyen enerjisi ve aceleciliği yüzünden bilgiye ulaşmak için emek sarf etmiyor. O, uçlarda yaşamının ona verdiği hazla yetiniyor. Diğer bir deyişle şiirlerini yıldızlarla içki sofrasından yazdığı için şiiri yere düşmüyor, yıldızlar gibi parlamaya devam ediyor. Onun kişiliğinin en çarpıcı özelliği eylem adamı olmasıdır. Tehlikenin koynunda yatan bu asi şair, tıpkı bomba yüklü bir kamyonda seyahat eder gibi geziyor dünyayı. Kısa ömrünün ortalarında rahat etme hayalleri kuruyor. Zengin olmak, istediği kadınlarla bir gecelik ilişkiler yaşamak, politikaya girmek ve yeni yeni ülkeleri fethetmek... Bu hırsı onu erken yaşta sonsuzluğa kavuşturuyor. Rimbaud, gerçekte acımasız bir insandır. Sekmez iradesi ile elini sürdüğü her nesneye hükmediyor. Çocuk denecek bir yaşta olmasına karşın görüntüsü genelde bir işçiyi andırıyor. Kolay sinirlenen ve sinirlendiği anlarda oldukça saldırgan olan Rimbaud, bu kişilik özelliğiyle Verlaine’i cebinde taşıdığı bir kumanda aletine çeviriyor. Genç şairin kişiliğe dair S. Zweig, şu saptamasında haklıdır: "Rimbaud'nun uzuvları, bütün bütün sıkıntı ve yoksulluklara karşı bir işçinin gücüyle bilenmiştir. Décadence- neredeyse hastalık derecesindeki aşırı duyarlılık, sanrılarla örülü bir görme biçimi, taşıdığı "Galyalı kanının aksaklıkları"- salt ruhsal düzeyde kalmış, şairin dış yaşamına kadar hiçbir zaman uzanmamıştır; bu dış yaşamı açısından Rimbaud, kendini gittikçe artan ölçüde zamanına özgü bütün kültürden koparır; bütün göçebeler gibi kozmopolit, Çingeneler gibi bir toplumsal olgu kimliğiyle, hiçbir yerde tutunamaksızın göçebe kuşlar örneği ülkelerden geçer; tıpkı nereden geldiği unutulmuş, artık kimseye ait olmayan ve ait olmakta istemeyen Kaspar Hauser gibi, Rimbaud da kültür evrenine yalnız bir meteor gibi düşer. Yalnızca kendi yaşamı, her türlü kültürden radikal bir tutumla nefret edişi, her türlü Avrupalılığı aşması, ahlak düzlemlerinin ortasında salt içgüdüsel bir yaşam sürdürmesi, engel tanımayan bireyciliği bile Arthur Rimbaud’yu yeterince ilginç kılabilir. Zamanımız açısından Rimbaud, bir bireysel özgürlük kahramanı, içgüdüler evreninin bir serüvencisidir." (s. 102–103)

Zweig’ın şairin şiirleri ile ilgili tespitleri içinde benim şairin şiirleri hakkındaki görüşlerime yakın olan saptaması ise şöyle: “Rimbaud’nun şiirleri acımasızdır ve sinirleri zayıf olanlara uygun düşmez; bu şiirlerin kimilerinden yoksulluğun, kirli giysilerin, terli pabuçların, tuvaletlerin kokuları yükselir; bu şiirler, en gerçekçi gerçekçilikten ve dizgin tanımayan imgelemden oluşma, dâhiyane bir yumaktır. Eşsizdir. Rimbaud, sanki dünyanın ilk şairiymiş gibi, sanki kendisinden önce gelmiş binlercenin oluşturdukları estetik, iskambil kâğıtlarından yapılma bir bina örneği çökmüş gibi şiir yazmaya başlar.”( s.104)

Düşünüyorum da ozanı içinde bulunduğu koşullar özgürleşmiş, sanatçı yeteneği ise şiirini yüceltmiştir. Aile bağları, dostluk, din gibi insan hayatında anlamı olan tüm kavramların onun hayatında anlamı yoktur. Onun için kalem tutan el ile silah, kazma-kürek tutan elin arasında bir fark da yoktur. Tam bir eşitlikçidir o anlamıyla. Üstünlük duygusu onda sadece Galyalı atalarından putperestliği ile günahla duyulan aşkı miras ediniyor ve edindiği bu mirasa da ihanet etmiyor hayatı boyunca. Bu yüzden şiddetin, dehşetli şehvetin, yalanın, tembelliğin, sanatın kaygısından sıyırıyor kendisini. Rimbaud, şair olmasaydı da salt yaşama biçimi onu anılmaya layık insanlar arasında en ön sıralara taşırdı. Onu seven insanlara, kendisine ve şiirlerine acımasız davranan ozan, sözcüklere tecavüz eder gibi, ahlak kurallarını yerle bir eden dizginlenemez bir gerçekçilikle yazıyor şiirlerini. İmgelem gücü karşısında insan ürpererek afallıyor. Dış dünyanın gerçekliğinin onun iç dünyasında geçirdiği evrim sürecinden sonra, şiir olarak yeniden doğması olağanüstü bir yenilik katıyor şiirlerine. Şiirin adeta alfabesini yazıyor. Şiirleri tıpkı Dostoyevski’nin roman kahramanları gibi canlı varlıklar olarak karşımıza dikiliyor. Bize dokunuyor, tabularımızı altüst ediyor, bizi derinden sarsan hamleleri ard arda sıralayan bir boksörden farkı olmuyor. Zaaflarımızı, korkularımızı, acımasızlıklarımızı, dogmalarımızı yüzümüze tükürür gibi söyleyen insanlar ordusu gibi karşımıza dikiliyor şiirdeki sözcükleri. Sesler seslere, sözcükler sözcüklere, imgeler imgelere sığınmadan, sığınağından özgürlüğüne kavuşuyor. Her bir sözcük onun askeri gibi emrine giriyor. Erleri üzerindeki giysileriyle onun hayata bakışının yansıdığı sözcükleriyle işgal ettiği ülkelerin haritasını taşıyor.

Şiddetin korkunun, şehvetin, seslerin derinlik bulduğu şiirleri cellâdı gibi insanın peşini bırakmıyor ölene dek. Bu akla hayale sığmayacak dinginsiz yaşam aynı oranda cezp ediyor insanı. Çünkü her insan gidip görmediği ülkeleri görmeyi istiyor. Onun iç dünyasının şiirine nasıl yansıdığını Zweig şöyle yorumluyor: "Rimbaud’nun iç dünyasında bu bağlamların kesinliğinin ne ölçüde canlı olduğunu, bir izlek niteliğindeki “Sonettedes voyelles” gösterir; bu sonede fantastik olaylar, neredeyse dogmatik bir düzeyde kristalize olur, A siyahla, E beyazla, I kırmızıyla, O maviyle ve U yeşille eşitlenir "gizli kaynaklar", vahşi görüntülerle çerçevelenmiş olarak, bir bütün içerisinde bir araya gelir. Burada kısmen şaka niteliğindeki bu olgu, aslında bilinçaltının o karanlık alanına pek az kişinin başarabildiği bir girişimi simgeler." (s. 105)

O, geleneksel Fransız şiir kabına sığmıyor ama düzyazıyı şiir katında göklere çıkartıyor. On beşinde Sensation'u, on altı yaşında Les chercheuses de Port'yu yazıyor. Onun şiirindeki her dize tek başına sözcük okyanusu gibi okurun üstüne akıyor. Sözcüklerin okyanusunu elinin altında tutan ve istediği gibi sörf yapan şair, şiirinin bayrağını bir de şiir okyanusunda dalgalandırıyor. Anlayacağınız edebiyat ve sanat onun enerjisi ve dehası karşısında dize gelerek ayaklarına kapanıyor. O da kendisinin önünde dize gelen sanatı buruşuk bir kâğıt topu misali fırlatıp atıyor. On sekiz yaşında sanatın şatafatlı sahnesinde değil de hayatın eylem cephanesinde heykelinin dikilmesini istiyor. Onun, bu isteği ne ona ne onun yaşama biçimine ne de eylemlerine ihanet ediyor. En yakın dostu olan yıldızlar ölümünden sonra bile onu başları üstünde tutmayı başarıyor. Göğün ve eylemin şairi Arthur Rimbaud ise ne aşka ne sanata ne de eyleme teslim olmadan Marsilya’da bir hastane odasında 10 Kasım 1891 tarihinde hayata gözlerini yumuyor şiir dünyasında ölümsüzlüğe erişmek için.


*Henry Miller. Rimbaud Ya da Büyük İsyan. Çev. Mustafa Tüzel. Kabalcı Yayınevi, 1994.121sayfa.
* StefanZweig. Yarının Tarihi. Çev. Ahmet Cemal. Can Yayınları. Sayfa: 98–110.

İlk Yayım: İnsanlığın Kütüphanesinde Hayatı Eser Olan Arthur Rimbaud. İnsancıl. Ekim 2001.Sayı: 255.s32-34
Yapıt yayımı: Kitaplarla Söyleşi.Camgöz Yayınları. İstanbul. S. 163-188.



Bedriye KORKANKORKMAZ



2394










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)