Aşk’a dair değinmeler
Kieslowski’nin “Aşk Üzerine Kısa Bir Film” yapıtı bence üstadın en iyi filmlerinden biridir. Geçenlerde özel gösterimiyle birlikte dördüncü kez seyretmiş oldum. Buna karşın hiç sıkılmadım, hatta yeni tadlar, yeni heyecanlar yakaladım. Aşka dair duru bir güzelliği olan; aşkı, kadını, erkeği, cinselliği sorgulayan insanda değişik izlenimler bırakan bir yapıt. Didaktik olmayıp dolaylı bir çok imgeyi ifade eden, yalnızca sözlerin değil hareketlerin, duyguların konuştuğu gerçek bir aşk filmi, bir sanat ürünü...
Konusu aşkın tanımsızlığı üzerine. 19 yaşındaki Tomek yalnızlığını karşı komşusu Magda'yı gözleyerek, açık ifadesiyle röntgenleyerek hafifletmeye çalışmaktadır. Özel bir yaşamın mahremiyetine girip, hiç bilmediği bir dünyanın keşfine çıkar. Böylece insanın psikolojik dokusunda yer eden keşfetme ve gizli olanın sırrını çözmeye çabalar. Magda ise otuzlu yaşlarında bir sanatçıdır. Sevgiyi arayan ama onu yalnızca ten temasında bulan, yürekte bulamayan bir kadın karakteridir. Beklentilerle beslediği yalnızlığı onun yüreğini katılaştırmış, hiç tanımadığı, varlığından daha önce haberdar olmadığı bir adamın ansızın savurduğu “seni seviyorum” haykırışını karşısında silkelenerek, kabuk bağlayan kalbinde belki de unuttuğu, hissetmediği bir duygunun yeşermesi ile kendine gelmiştir. Tomek bir süre onunla karşılaşmamaya çalışsa da aralarında yaşananlar sürprizler onları bir yola doğru götürür. İlişkinin başlarında aralarında aşk yoktur yalnızca seks vardır. Temas için korkunç bir istek duyarlar. Tomek ve Magda bir şekilde tanışırlar. Aşkını itiraf eden Tomek ummadığı bir tepki ile karşılaşır. Magda onu aşk diye bir şey olmadığına, hayatın tek gerçeğinin seks olduğuna inandırmaya çalışır. 19'luk delikanlı buna inanmadığı gibi aşkını kanıtlamak için intihar eder, ama ölmeyi başaramaz. Hastane dönüşü durum tam tersine döner. Bu sefer takıntılı âşık Magda oluverir. Röntgenci ve yalnız kişi rolleri değiş tokuş edilir. Artık Magda, Tomek’i gizliden gizliye izlemektedir. Ancak, bu kez Tomek aşkından sıyrılmış bir durumdadır.
Özellikle sinema, diğer sanat türleri ile kıyaslandığında daha popüler ve yoğun kitlelere ulaşma kapasitesi ile aşkın tanımlanmasında önemli rol oynamaktadır. Romantik, imkânsız, yasak, karşılıksız ve hatta ölümsüz aşklar beyaz perdeye her yansıdığında karşısında geniş bir izleyici kitlesi bulmakta ve en çok izlenen klasik filmler listesine girmeyi başarmaktadır. İşte yönetmenler bu nedenlerle, kamerasıyla insanların mahrem alanlara girer, ilişkilerine bakar, nasıl olduklarını irdeler. Aşkı sorgular. Soruların cevaplarını arar. Tanıklık eder. Bu nedenle tüm zamanların en başarılı filmlerine baktığımızda ister ön planda, ister fonda olsun aşk teması sürekli karşımıza çıkar. Yalnızca Kieslowski değil birçok ünlü yönetmende aşk üzerine film yönetmiştir. Bir çoğu aşkın tasvirini, Sapho'nun şiirlerinden bu yana, insanlık tarihinin gelişimiyle birlikte değişime uğrayan biçimlerini sinemanın yapısal formuyla bize sunmaya çalışır. Aşkın işlenişine dair kalıplaşan sıradanlığı bazen yıkıp, bazen de işte aşk böyle bir derttir, yeri geldiğinde insanı süründürür ve yeri geldiğinde ölümü bir çıkış ya da kaçış yolu olarak gördürür, diye bilme isteği olarak belirtmeye çalışmıştır. Bir yerde ise bireyin kendi içinde ve özelinde sakladığı, dışa yansıtmadığı duygularını, tutku ve isteri kıvamındaki saplantılarını kareye dökmektir amaçları. Hatırladığım kadarıyla, Casablanca, Dr. Zhivago, Rüzgar Gibi Geçti, Love Story, Ay Çarpması, Pretty Woman, Anna Karenina, Titanic, Hayalet, Melekler Şehri, Batı Yakasının Hikayesi, Romeo & Juliet filmleri sinema tarihinin unutulmazları arasındadır. Türk Sinemasında aşk deyince, bu düşünceler ışığında çekilen ancak film afişinde aşk sözcüğü geçmeyen çok miktarda aşkı konu alan filmler beyaz perdeye aktarılmıştır. Seyit Han, Kuyu, Deprem, Kambur, Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe, Acı Hayat, Vesikalı Yarim, Fahriye Abla, Son Hıçkırık, Boş Çerçeve, Selvi Boylum Al yazmalım, Hayallerim Aşkım ve Sen gibi filmleri sayabiliriz.
İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne üzerinde bu kadar kafa yorulmasına, kitap yazılmasına, felsefi çözümler geliştirilmesine rağmen Aşk’ın ne olduğu ile ilgili kesin, ortak bir tanım henüz bulunamadı. Hatta bilimsel ve sanatsal perspektif açısından aşka ve aşkın karmaşık doğasına dair hemen her gün yeni bir şeyler söylenmekte. Bilim adamları aşkı hormonlarla ve genlerle açıklamaya çalışadursun; aşk, kendisine atfedilen bütün yüce ve ideal güzellikleri ile yaşamın tam ortasında oturuyor.
Aşk…Tuhaf bir duygu. Hastalık gibi. Kendine özgü yapısı var. İşin içinde heyecan var, mutluluk var. Sevgilini özlemek var. Sıtma gibi bir şey. Ülkelerden, insanlardan bağımsız. Milliyeti, etnik kökeni ne olursa olsun insanlar aynı biçimde seviyorlar, hissediyorlar. Eros’un okunu kalbine yiyen kişi bir anda dünyayı başka türlü algılamaya başlıyor. Aşk, yaşama anlamını kazandıran duygu diyebiliriz.
Denememize konusu aşk olan bir film ile başladık, şimdi de yine konusu aşk olan mektuplardan birkaç paragraf ile bitirelim. Ve unutmayalım ki, ister film karelerinde olsun, ister mektuplarda aşk hala gizemini, kimyasını, sırlarını koruyor.
Franz Liszt ise sevgilisi Marie d’Agoult’a şöyle sesleniyor mektubunda;
“Marie! Marie! Ah’ Bırakın bu adı yüz kez bin kez tekrarlayayım. Üç gündür benimle yaşıyor bu ad, bana azap veriyor, beni tutuşturuyor. Şu anda size yazmıyorum hayır, yanınızdayım, yakınınızdayım. Sizi görüyorum, sizi duyuyorum… Cennet, Cehennem, hepsi ve bütün bunlardan daha fazlası, hepsi içinizde…”
34 Aralık 1851 yılında Victor Hugo’dan sevgilisi Jüliette Drouet’e yazdığı mektuba gelince;
“Bütün bu karanlık ve şiddet dolu günler boyunca harikuladeydiniz. Juliett’im. Sevgi istedim, getirdiniz, sağ olun! Gizlendiğim yerlerde, sürekli tehlikede beklemekle geçen gecelerin sonunda, kapımda parmaklarınızda titreyen anahtarın sesini duyduğumda, kötülükler ve karanlık yok oluyordu. İçeriye ışık giriyordu! Çalışmalarıma ara verildiğinde yanı başımda olduğunuz o korkunç, ama müthiş tatlı saatleri asla unutmamalıyız. O küçük karanlık odayı, tavandan, duvarlardan sarkan o eski eşyayı, yan yana duran iki koltuğu, masanın bir köşesinde yediğimiz yemeği, getirmiş olduğunuz soğuk tavuğu yaşamımız boyunca unutmayalım; tatlı konuşmalarımızı, okşamalarınızı, kaygılarınızı, adanmışlığınızı hep anımsayalım. Beni sakin ve dingin gördüğünüze şaşırmıştınız. Bu sakinlik ve dinginlik nereden geliyor, biliyor musunuz? Sizden…”
erol.cinar@doruk.net.tr
|