“BAĞIŞLA ONLARI”
Merhaba.
-Tarık Ağbi nasıl, ne yapıyor?
-Yine bir kitap yazıyor.
Yazıyor Tarık Dursun K.
O kendine arada bir şakalar yapan bilgisayarının başında. Bir Karşıyaka, bir Foça gelip giderken unutulan kabloların, ufak tefek parçaların yokluğunda, bir şeyleri eksik olsa da durmaksızın çalışıyor. Yazıcısı küsüyor ona. Toner, mürekkep dayanmıyor
İnterneti açık her daim, araştırma için, fotoğraf için, müzik için, filmler için. Gizliden ince bir şeylere göz atmak için. Modemi arada bir isyanda. “Sen devam et ben biraz dinleneyim” diyor, “hep kitaplarınla değil biraz da benimle ilgilen” kıskançlığında.
O teknolojiyi de yormuş bir delikanlı, devam ediyor yoluna.
Bilgisayarında yazıyor, çıktısını alıyor, düzeltmelerini; kağıt üzerinde her cümleyi tek tek okuyarak, çizerek, kontrol ederek, kelimeleri ayrı ayrı vurgulayarak yapıyor.
Yeni bir kitap yazıyor. Kim bilir, kaç bölümden sonra final yapacak.
Yine bir kitap yazıyor, yeni bir kitap yazıyor cümlelerini neredeyse yaşamının her günü için kullanmak mümkün. Aynı anda beş kitaba devam ettiğine, dinlenme molasını diğer kitaba geçerek verdiğine, gördüğüm halde inanasım gelmiyor.
Bugün Mustafa Kemal’i anlatıyor. Atatürk’ü. Gözleri dolu dolu oluyor, ne dolması canım ağlıyor resmen. İçin için, dışın dışın ağlıyor anlatırken. Yaşıyor o anı, olayın içinde. Sanırsın Ata’nın sofrasında, bahçesinde, otomobilinde, dağda, bayırda. Karasabanın bir tarafına öküzü, bir tarafa merkebi bağlamış çift süren Halil Ağa’nın karşısında.
Orman Çiftliği’nde, Dolmabahçe’de, Uşakızadeler’in konağında. Savaş meydanlarında, sarayda, tarlada özel bir insan. Atatürk. Her anlattığından ayrı bir kitap çıkaracak kadar özümsemiş onu Tarık Ağbi.
Can dostların Tarık Ağbi’si.
Arkadaşları arasında Tarık Dursun
Kitap kapaklarında Tarık Dursun K.
Elektrik, su, telefon faturalarında Tarık Dursun Kakınç.
Hey gidinin Küçük Bahriyelisi, İzmir’in hikayecisi, Ege’nin romancısı, İkiçeşmeliğin, Tilkilik’in, Bostanlıbahçe’nin, Foça’nın aşığı, takılmış Ata’nın peşine zamanı dolaşıyor.
“Kuşları Seven Adam”ı anlatıyor. Yaralı bir kuşa eliyle su içirişini. Coşuyor anlattıkça. Yaşıyor. Damlalar inci inci düşüyor yanaklarına. Utanır gibi siliyor elinin tersiyle.
Gözünün yaşı kurumadan aklına televizyon reklamındaki vatandaşla diyaloğu geliyor. Hani 1924 Erzurum depremi sonrası bölgeye heyetiyle gidişinin canlandırıldığı.
-Otur dayı, otur, geçmiş olsun.
-Sağ olasın paşam.
-Kaybın büyük mü dayı?
-Memleketimiz sağ olsun.
-Kimin kimsen yok mu?
-Evlatlarımı harpte şehit vermişem.
-A be dayı. Bak devlet sana yardıma geldi. Ne istersin devletinden?
-Bi şey istemirik paşam. Biz yedi düvelinen harbetmişik. Koca memleketi yeniden kurmuşuk.
O bize yetir.
-Üzülme dayı. Bu Halin Çaresine Bakıcaz.
Sonra uzaklaşırken, bir an geri dönüp bu onurlu, vakur, gözü tok yurttaşını selamlarken, Tarık Ağbi’nin yanaklarında, gözlerinden yuvarlanmış yeni inci taneleri.
“Yahu” diyor. “Bu millete ne oldu. Savaşın, depremin perişanlığında, yoksulluğunda bu kadar dik duran millet neden her şeye herkese minnet eder oldu. Neden üç kuruşluk menfaat için herkese eğilir oldu. Ne oldu, ne oluyor, ne olacak”
“Bizim nesil yazarlar hem yazmalı, hem bir işte çalışıp ekmeğini de kazanmalıydı” diyor. “Bu durum yazmaya ayrılacak zaman açısından dezavantaj ama, hayatı taa içinden yakalamak için büyük bir avantaj oldu” diyor. “Doğuştan varlıklı yazarlarla hem konularımız, hem bakış açılarımız, hem duruşlarımız farklıdır” diyor. “İşte o sebepten Kuşları Seven Adamı da, yıkıntıların arasında “Bi şey istemirik paşam” diyen adamı da anlarız. Ama çalan çırpanla, ona buna yalvaranı anlayamayız” diyor.
Bu gözyaşlarını bir Ata’yı anlatırken gördüm gözlerinde. Bir de Alara ile Almila’yı andığında.
Doğduğunda “Benim Dedem Bir Tane. Benim Dedem Bir Tane.”romanını armağan ettiği Almila ve “Güzel Uykular Alara”da bir yıl boyunca her akşam ayrı bir masal anlattığı Alara.
Torunları.
Her şeyi yerli yerinde, uzun uzun, pek güzel anlatıp ta, bir onları andığında heyecanlandığı, dilinin dolandığı torunları.
Sosyal paylaşım sitelerini, internet arama motorlarını didik didik ettiği, yeni bir fotoğraflarını görürüm diye heyecanla dolaştığı ve her seferinde biraz daha hüzünlendiği torunları. Birbuçuk kıta uzakta yaşayan, ciğer pareleri, yürek yangınları, kara sevdaları.
Böyle zamanlarda çaresizliğe kızmaktan başka, elden bir şey gelmiyor. Bir şey yapamamak, telefonu uzatıp “Alara seninle konuşmak istiyor dedesi, Almila mesaj çekmiş seni öpüyor” diyememek, üzüyor.
Onu bu halleriyle de, tanıma şansına erişmiş kişilerden biri olmak ne büyük zenginlik.
O dolu dolu romanların, hikayelerin, masalların, şiirlerin, radyo programlarının, sinema filmlerinin, dizi senaryolarının, köşe yazılarının, hatta ansiklopedilerin ve hattalarla uzayıp giden her şeylerin; hangi duygu fırtınalarının sahibinden geldiğini, hangi ruh halleriyle kağıtlara döküldüğünü canlı canlı görmek az şey midir?
Az şey midir, bu fani dünyada, bir ölümsüz tanımak?
Olsun be Tarık Ağbi. Olsun.
Yüreği büyük Erzurumluya Ata’nın dediği gibi olsun. Bu halin çaresine bakıcaz. Üzülme.
Bakarsın; bir gün ansızın, hem de çocuklarıyla, dikiliverirler kapına. Kombinin gümlediği günden daha büyük bir gürültüyle koşarlar kollarına.
Sararsın. Sarmalarsın. Doyasıya.
Hasret dediğin nedir ki?
Nefesleri boynuna dokunduğunda yiter.
Vuslat gelir, hasret gider.
Hasret kurşun gibidir.
“Kurşun Ata Ata Biter”.
“Alçaktan Uçan Güvercin””Devr-i Alem”derdinde
“Güzel Avrat Otu”arıyor
“Yabanın Adamları”
Sen
“Ağaçlar Gibi Ayakta””Bahriyeli bir Çocuk”
“Gün Döndü"
“Bağışla Onları”
Not: Bu yazının bir bölümü daha önce yayınlanmış olup, Kütüphane Haftası'nda Türk Edebiyatı’nın büyük ustasını -son bölümde bazı kitaplarının ismini de zikrederek- anmak için yeni bölümleriyle tekrarlanmıştır.
|