ISSN 1308-8483
Hadi Canım / Banu Bingör
Banu Bingör    
  Yayın Tarihi: 11.4.2012    


Hadi Canım

Hayat bazen ‘hadi canım’ dedirtir insana. Yaşam bir mucizedir ve kainata ilişkin tüm oluşum, eylem ve döngü elbet şaşkınlık verebilir. Oysa hayat… Hayat dediğimiz, insan işi. Ve nicedir, insanla gelen, insandan türeyen hiçbir şey hayret verici değil bana. ‘Beşer şaşar’ özdeyişini zihnimin orta yerinde asılı bırakıyorum ki insan kaynaklı herhangi bir duruma hayret etmeyeyim ya da üzülmeyeyim.

Yine de akışa dair kimi olup bitmişler, ‘yok artık!’ dedirtebiliyor, güne bakınca. Anlatayım…

Seneler önceydi. Adıyla sanıyla on bir sene önce. Üniversiteye başladığım vakitdi. Bir dönemin Cağaloğlu’sunun en önemli reklam ajanslarından Ajans 70’in sahibi, amcam saydığım, nur içinde yatsın, gazeteci Yılmaz Öztürk ile sık sık tarihi yarımadayı turlardık. Onun tabiriyle ‘kahpelerin en kahpesi, vefalı Bizans’ı… Bugünkü düşünmelerimin, okumalarımın, yapıp etmelerimin temelinde onun felsefesinin etkisi olduğu kadar, İstanbul sevgimin köklenmesinde de Yılmaz amcamla yaptığımız bu tabanvay gezilerinin katkısı çok büyüktür.

Günlerden bir gün, zahir sonbahardı; ajansın bulunduğu Piyer Loti Caddesi’ndeki Sinanağa Daireleri’nden çıkmış, ‘Yokuşyukarı’dan aşağı kaptırmış, sohbet ediyorduk. Sirkeci’ye indiğimizde, sohbet nasıl olduysa eski dönemde gazeteciliğin zorluklarına, memleketteki imkansızlıklara dayanmıştı. Habere eklenmek için çekilecek fotoğrafın filminin çok, pek çok kıymetli olduğu dönemlere dalmıştık.

Antik peripatos misali, gezerken konuşmayı, anlatmayı severdi Yılmaz amcam. Dikkat çekmek istediği bir söz olursa da yürümeyi durdurur, cümleyi öyle tamamlardı. Aristoteles’le yanyana yürür gibi hissederdim yahut da bir Antik Yunan tiyatrosuna dahilmişiz gibi…

İşte zahmetli gazetecilik, reklamcılık yıllarından söz ederken, yine birden durmuş, eliyle bir yönü işaret ediyor ve şöyle diyordu: “İşte o vakitler, Türkiye’de ilk fotoğraf film ve kartlarını imal eden Foto Bingör’ün yeri de şurasıydı.”

Yılmaz amcam kolunu indirdi ve yürümeye devam ettik. Ayaklarımız Galata Köprüsü’nü aşındırıp da Tünel’e vardığımızda, az önce öğrendiğim bilgiyi bellek çekmecelerimden birine fırlatıp atmıştım çoktan. Yıllar sonra soyadımın Bingör olacağı hiç aklıma gelebilir miydi o gün?

O sohbetten üç yıl sonra, hiç olmadık bir yerde, Feridun’la tanıştık. Feridun, soyadının Bingör olduğunu söylediğinde herhangi bir şimşek çakmamıştı. Fakat ne vakit baba mesleği olan fotoğrafçılıktan konu açıldı; Yılmaz amcamla yaptığımız sohbet birden canlandı gözümde. Ve ilk ‘hadi canım!’ o an çıktı ağzımdan.

Hayat sürprizlerle mi dolu? Tesadüfler mi çiziyor yolumuzu? Yoksa bize hayret veren tüm o detaylar, çoktan çizilmiş birkaç rotanın kesiştiği dönemeçler mi? ‘Zamandan önce ne vardı?’ sorusu kadar karmaşık ve çekici bir konu bu, biliyorum. Ve söylemeden edemiyorum yine “Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan.”*

Aradan seneler geçti. Neler neler yaşandı. Evlendik. Bir oğlumuz oldu. O bile büyüdü! Şu minicik neşe kaynağımızın her geçen gün hızla büyüdüğünü görmek, tarifsiz heyecanla dolu. Onun bilmesini beklemediğimiz şeyleri, Ege birden yapıverince istemeden şaşırıyoruz. Halbuki onun tüm yapıp etmeleri, yaşamın en doğal süreci belki de…

Oysa hayatın sürprizleri çok daha şaşırtıcı.

Geçtiğimiz ay annemleri ziyaret ettiğimizde, yaşadığımız günün geçmişten gelen ayak izlerine dair bir ayrıntıyı daha keşfettik. Babam şu sıralar kendi yaşam öyküsünü yazmaya koyuldu. Bir yandan da eski fotoğrafları derleyip toparlıyor, albümler oluşturuyor. Feridun’la birlikte o albümlerden birini kurcalarken bir fotoğrafa rastladık.

Hani daha önce bahsettiğim babaannem Moskof Taife ve dedem Hüseyin’in bir fotoğrafı. İpek kağıda basılmış, kahverengi tonlu, hanidiyse geçen hafta çekilmiş kadar canlı ve yıpranmaktan habersiz… Albümde, fotoğrafın altındaki boşluğa bir not yazmış babam:

“Annem ve Babam, Karabük’te, Foto Bingör’e çektirilen fotoğraf”

‘Hadi canım!’

İkimiz de çok şaşırdık. Feridun hemen fotoğrafı albümden çıkarttı, arkasına bakmak için. Ve evet… Arka yüzde “Foto Behçet Bingör, Karabük, 12965” yazıyordu. Behçet Bingör, yani Feridun’un rahmetli babası, yani benim hiç görmediğim kayınpederim, yani Ege’nin yaşça daha büyük olan diğer dedesi! Fotoğrafın tek eksiği bir tarih yazılmamış oluşuydu, ancak ailelerin ortak geçmiş bilgilerinden aşağı yukarı 1952-54 yılları arasında çekilmiş olabileceğini tespit ettik.

Düşünebiliyor musunuz? Günlerden bir gün, benim dedemle oğlumun dedesi Karabük’te bir fotoğraf stüdyosunda bir araya geliyorlar. Kuvvetli ihtimal ki sohbet ediyorlar. Babaannem saçını, kıyafetini düzeltiyor. Fotoğrafı için heyecanlı. Oğlu Yılmaz (yani babam) da aynı stüdyoda, annesi ve babasının fotoğrafının çekilişini seyrediyor. Behçet baba, Taife’ye ‘şöyle durun hanımefendi, sol bileğinizi de biraz sağa çevirin lütfen, saat de gözüksün’ diyor. Hatta belki dedem bir parça kıskanıyor bile Taife’yi o an! Kim bilir?

Manzaraya bakın hele! Foto Behçet Bingör’ün aklına gelir miydi, birkaç sene sonra doğacak olan oğlu ile karşısında ona poz veren adamla kadının yine seneler sonra doğacak torunu evlenecekler? Ve Taife hanımın yanındaki sarı kafalı oğlan çocuğuyla bir gün dünür olacaklar diye düşünebilir miydi hiç? Ne mümkün?

Oğlum Ege için özenle saklayacağım ve hatta onun da çocuklarına göstereceği o güzelim fotoğraf, ailemizin en önemli hatıra parçalarından biri şimdi. İki ailenin yolları elli seneden de eski bir zamanda kesişmiş. Kim bilir, tespit edemediğimiz kaç sefer daha geçmişizdir aynı patikalardan; belki bir saat önce, beş dakika sonra…

Bu fotoğrafı farkettiğimizden beri, Ege’yle ne zaman gezintiye çıksak, yanımızdan geçen diğer pusetli ailelere takılıyor gözüm. Belki de diyorum, şu sevimli oğlan çocuğu ile Ege bir gün asker arkadaşı olacak. İzmir Narlıdere’de birlikte uzanacaklar çimenlere, sırtüstü ve Beyoğlu’nu düşleyecekler. Ailesiyle yanımızdan az önce geçen iri yeşil gözlü, pembe yanaklı kız bebeğin on yıl sonra doğacak kız kardeşiyle, Ege bir doğumgünü partisinde karşılaşacak belki bundan otuz sene sonra. “Nesir”, diyecek “tanıştırsana beni kız kardeşinle!” . “Tamam, ama” diyecek Nesrin, “üzersen bozuşuruz bak!”

Kim bilir?... Ne olsa “Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan.”*



*Bu alıntı cümle, Melih Cevdet Anday’ın ‘ Raziye’ adlı romanındandır.


Banu Bingör

bal@karafakiden.com
www.karafakiden.com

2853










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)