ÇUKUR
Nurdan Ç. Tezgin’in ara ara “Foça Çukuru” dediği kadar var hani. İster çukur deyin, ister derin kuyu; Foça, içine düşenin gözünü bağlıyor, manzarasıyla. Dertmiş, memleketmiş, olup bitenlermiş, haberlermiş, hepsi biçim değiştiriyor bir süreliğine. Kendine has bir gündemi var buraların da diğer küçük beldeler gibi. Kendine has dertleri, dedikoduları, koşturmacaları, son dakika haberleri.
Günün hangi saatiymiş diye kesinkes bilmeyi terkediyorsunuz önce. Güneş tepeye vardıysa öğlen, gök pembeye çaldıysa akşamüstü, bahçede mandalin dalları limon yapraklarına sert vurmaya başladıysa rüzgâr marifetiyle, işte o vakit gece yarılanmıştır.
Daha sonra günlerden hangi günmüş diye bilme dürtüsü kalmıyor içinizde. Erkence saatlerde pazar arabalı hanımlar beyler, ufak bir telaşeyle çarşıya doğru toplanıyorsa eğer, mıknatısa toplanan iğneler gibi, işte günlerden Salı demek. Ve eğer kimsede pazar arabası yoksa, telaşe de yoksa, ama elinde kolunda yeşillik, ekmek ve mantar dolu torbalarla geçenleri görüyorsanız o gün de Pazar demektir. Ve tabii gündüz vakti Küçük Deniz sahili kışlaya dönmüşse, çoluk çocuk, sele sepet bir kalabalık varsa kumsalda, hiç şüphesiz ki günler haftanın sonuna ermiş demektir. Aradaki boşlukları varın siz doldurun zihninize göre.
Çarşıda mutlaka yeni bir dedikodu vardır. Olmasa bile eskiler ısıtılıp, biraz süslenerek yenilenebilir rahatlıkla. Nasılsa henüz haberi olmayan birine denk gelinir elbet. Düğün dernek sokaktadır. Bazen meydanda, bazen de teknelerde, çalgı çengiyle. Ölü varsa zaten bilinir. Salâların peşi sıra lokma tatlısı var demektir, pek yakında. Bir kaza haberi duyarsınız; üzülürsünüz. Aileden birinin kaybı gibidir. Kazanın ardında yatan başka acıları öğrenmek, birinin evinden içeri gizlice bakmak gibi gelse de o tanımadığınız yaşam, birdenbire sizin de mevzunuz haline gelir.
Sahilde bankta oturup, sohbet ederken, aniden kendinizi tüm lakırdıdan kopmuş, öylesine denize, ufka, dalgalara, arada başını sudan çıkartan cesur balıklara bakıp da dalmış yakalayabilirsiniz. Bir ara canına kastedilmek istenen Arnavut kaldırımlı, daracık sokaklarda başıboş dolanırken, daha önce hiç dalmadığınız bir aralık keşfedebilir; görmediğiniz bir taş evle merhabalaşabilirsiniz. İç çektirir tüm o taş evler. İster elden geçirilip, hayata döndürülmüşü olsun, isterse salt dört duvarı kalmış bir ceset. Her biri ayrı yarenlik eder içinizde biriktirdiğiniz eski özlemine.
Sırtını yüksek sayılmayan tepelere dayamış, yüzünü engin Ege’ye dönmüştür Foça, Eski Foça. Bir başka alemdir. Barları, lokantaları, kahveleri, tekneleri, foseptik çukurları, kedileri, arada görünen meşhurları, yazarları ve çizerleri, delileri, belki evsizleri, yaşlıları ve gençleri, askerleri, memurları, esnafı ve denizcisiyle hem güzel hem çukur. Dertmiş, memleketmiş, olup bitenlermiş, haberlermiş, hepsi biçim değiştirir, ‘biz dışarlıklılar’ için bir süreliğine. O ‘kendine has gündem’in içinde buluruz kendimizi, içindeyiz sanırız.
Bir gazetenin manşetine kazara gözümüz değene kadar sürer bu kaybolmuşluk, karılmış, karışılmışlık hali. Sonra yine başlar fikirler, düşünceler, kaygılar zihne tecavüze. Kürtajmış, Güneydoğu sorunuymuş, dilmiş, dinmiş, yol ve yolsuzlukmuş, yine hepsi derdimiz oluverir, ‘biz dışarlıklılar’ın. Memleket, buradan bir deniz kestanesi gibi görünüverir. Dışı diken diken, temiz sularda ama bir üstüne basmaya gör! Uğraşır da içini açarsan bir yudum iyilik bulursun küçük çukurlarında. O zerre tat için onca dikene katlanmaya değer mi? Bilmem. Bilmem ki.
bal@karafakiden.com
www.karafakiden.com
|