FOÇA MEKTUBU / “SİRENLER’İN YALANCISI”
“Sirenler’in Yalancısı” diye başlık atmıştım öncelerde kaleme aldığım Foça yazılarıma. Kimi dergilerde yayınlanırken üst başlık olarak kullandığım sevimli bir ironiydi bu başlık. Öyle ya, Foça’nın açıklarında Siren Kayalıkları vardı ve ben -yine o çok öncelerde yaşandığı gibi- kulaklarıma fısıldanan cümlelerin yalnızca aracısı olarak kalmayı seçecektim. Yazılarımın içeriğinde, öncelikle Foça yer alıyordu elbette; ne ki, bir yöreyi anlatmak için yola çıktığınız bir yazıda ne denli yalnızca yine o yöreyle sınırlı kalabilirdiniz! Amacım yaşadığım bölgeden haberler iletmek, ötesindeyse yöremin serin esintisini okuyanın imgelemine taşımaktı. Uzun soluklu olamadı bu yazılar. Foça’nın nankörlüğü değildir bunun nedeni; yazarının üşengeçliğinden de kaynaklanmamıştır mutlaka! Kimi zaman elinizdeki kalemi durduran, gönlünüzdeki şiiri kuru bir anlatıya dönüştüren adını koyamadığınız bir paslı kilit vardır; belki de gerekçe gelip ona dayanıyordu, kim bilebilir!
Foça, tahmin etmesi zor olmasa gerek, yaşamanın yazmaya yeğlendiği yörelerden başlıcaları arasında. Özellikle, doğanın kendini teklifsiz sunduğu şu cömert ilkyaz günlerinde hayatı parmaklarınızın arasından kayıp gitmekte olan suyla eşdeğer kılıyor ve aklınızdan değilse bile gönlünüzden geçenleri yaşamayı seçiyorsunuz. Sonuç olarak, kekik ve mimoza kokularını yüklenmiş tepelerin keşfi bir kez daha şölene dönüşüyor. Kesilen soluğunuz yaşınızı hatırlatıyormuş, kimin umurunda! Öteden denizin tüm görkemi ve bin bir beyaz köpüğüyle sizi kışkırtmakta olduğunun ayan beyan farkındasınız!
Koşullar hazır olduğuna göre yapacak son bir iş daha kalıyor geriye. Evet, küçük boy bir defteri pantolonunuzun arka cebine yerleştirmeyi asla ihmal etmeyin! (Yazmazsanız ,Sait Faik’in yaşadığı türden bir çıldırma nöbetiyle karşı karşıya gelmezsiniz belki ama, insanın kendi öznel tarihine not düşmesindeki güzel ayrıcalıktan neden mahrum bırakasınız ki kendinizi) Yazı nankör olduğu kadar sürprizlere açık bir uğraştır çünkü. Hangi esinin hangi yele tutunup yüreğinizi sarsacağını asla bilemezsiniz. İnsanı dinden değilse bile disiplinden eden baştan çıkarıcıların keşfi ise, uzun mu uzun bir listenin arsız katılımcılarıdır aslında. Kendini akasya sağanağından kim koruyabilmiş bu güne kadar! Ya hanımeli , bilemedin yasemin fırtınasından uzakta durmak mümkün müdür sanırsınız? İğdenin, ıhlamurun, nazenin güllerin ve şımarık karanfillerin ise hiç sözünü etmiyorum. Kişiyi yazmak ve yaşamak sapağına getirip bırakan bir tuhaf sınavın öncesindesiniz. İkisini birden götürmeye gücünüz, dahası niyetiniz yoksa yapacağınız seçimin sonucu yalnızca koca bir pişmanlık olacaktır!
Sözün özü şu: Foça, akla gelebilecek her rengin ve kokunun büyüsüne teslim olduğu günleri yaşıyor şu sıralar. Yine de talihsiz bir tanımlamayla yörenin rakı roka balık şeytan üçgeni tanımına çakılıp kalmış olması, şu sözünü ettiğim duyusal cümbüş konusunda yine insanımızın gerekli çalışkanlılığı göstermekten yana olmamasıyla açıklanabilir. Kolaycılıktır bu elbette. Bir yörenin keşfi, oranın bildik özelliklerinin de ötesinde kendisini tanımakla ilgili öznel bir çabayı da zorunlu kılmaz mı? Bu çabanın eksikliği ise yörenin o talihsiz tanımlamalarla sınırlı kalmasına yelken açacaktır. Günün indirgemeci yaklaşımlarıdır bütün bunlar: Isparta’yı gülle, Malatya’yı kayısıyla, Afyon’u şekerle özetleyen bu boyutsuz yaklaşım yine o güzel beldeleri başladığı noktada bitirir!
Ne ki, Foça büyük bir kent değil; bir balıkçı kasabası! Bu tanımlamayı bile iki düzlemde değerlendirmek olası aslında. Yılların çabası, gerek yönetimin gerekse yöredeki esnafın baskısıyla Foça’nın bir küçük kasaba olarak kalmasına karşı durmuş sanki. Günün baskın ve geçerli ölçütlerinden paranın öncelikle insanı, onun aracılığıyla da mekânı bozma gayretinin hazin sonuçlarıyla karşı karşıyayız bu gün. Yöreye daha çok sayıda turistin gelmesiyle, daha büyük ekonominin dönmesiyle ilgili beklenti yaşadığımız çağın dayatmalarından yalnızca biri. Ancak, akıl erdirilemeyen çelişki de burada gizleniyor işte: Gelen konukların asıl beklediği yörenin kendi değerlerini koruması; otantik dokusuna sahip çıkması değil mi yoksa? Sonuçta kentin küçük bir örneğine dönüşen bu güzelim yöreler hangi konuğa, ne ölçüde çekici gelebilir? Kokudan lezzete, renkten insan sıcaklığına hasret kalmış bir gezgini tez zamanda tövbekara çevirmeye kimin hakkı var acaba?
Her dönemde karşılığını bulabileceğimiz bu türden sızlanmalara son vermek en iyisi olacak belki de. Bir yöre insanıyla var çünkü. Foça’nın bir yanı deniz, bir yanı yeşilse bir yanı da inceltilmiş düşüncedir kanımca. Pantolonun arka cebinde sırasını bekleyen küçük deftere de bu yüzden görev düşüyor zaten. Evet, denizin coşkusu ve doğanın yedi rengini cömertçe sunan dokusu sonuçta sizi güzel düşündürecektir! Foça’ya sanatçı dostların ilgi göstermesinin özünde de bu gerçekler saklıdır. Sakinlik, huzur, kendinle buluşma, düşünme ve benzeri kavramların, şu koşturusu bol hayatımızda ne denli az yer kapladığını akla getirin lütfen. Kendi hayatını işgale terk etmiş birinin sızlanmaya da hakkı olmamalı diyeceğim ama, bu noktada söz sahibine doğrultulacak olan eleştiri oklarını da görmezden gelmek mümkün olmayacak sanki! Kimse dilediği hayatı kuramıyor aslında. Günün yaşam koşulları ilk elde özgür seçimlerin baş düşmanı oluyor. Bu nedenledir ki, örneğin Foça’ya yapılan hafta sonu gezilerinde şu şeytan üçgeni benzetmesiyle özetlediğimiz kaçamaklar için kimseyi suçlamak gerekmiyor. Öyle ya, bunu da yaşayamayanlar var!
Oysa içinde yer aldığı zaman dilimini alabildiğine değerlendirmekten yana insan kardeşlerim. Bu edimi yalnızca hazzın sınırlarıyla açıklamaya kalkışmak ise büyük haksızlık. Ne var ki, sinesindeki iki bin yıllık tarihi gizleyen güzelim Foça’da bile atılan her adımın bir karşılığını beklemek yalnızca romantik bir düşünceyle sınırlı.
Sırası gelmişken, dokuz yıllık Foça geçmişimde kendime ait en büyük yazıklanmayı da fısıldayayım: Bir “Foça Akademisi” oluşturma düşüncesinin yalnızca bir düş olarak kalması insanın içini acıtmaz mı sizce de? Felsefeden sanata, yontudan tiyatroya… özellikle gençlerin ilgi odağı olmaya aday bir mekanın -şimdilik- ham hayal olarak kalmasının gerekçelerini de sıralamalıyım bir başka yazıda! Evet, zeytin ağaçlarının gölgesi yukarıda söz ettiğim nice soruya yanıt aramak için en uygun mekan mutlaka. Gözlerinizi, bir zamanlar bağların yer aldığı alçak tepelere doğru çevirip uzakları görmeye çalıştığınız anlarda soracağınız ilk soru, belki de şu an düşlemekle yetindiğim akademinin temel sorusu olmaya da aday değil mi dersiniz? Sahi kimiz, neden buradayız ve nereye gidiyoruz?
Ah Sevgili okur! Belli ki, esrikliğin, dahası aymazlığın cüretini de yüklenmiş bütün bu sorular. İyi ama şu şeytan üçgenine bir boyut daha katacak çabayı neden kendinden esirgiyorsun?
Termik santrallerin gövdelerinden önce gölgeleri vuruyor bu koca soruların üstüne.
Ama renkler, kokular ve o güzel ince düşünceler henüz direniyor.
Ne güzel ki direniyor!
www.ahmetonel.com
|