BEN İSTANBUL’DAYKEN… / Zuhal ÖZÜGÜL
Zuhal ÖZÜGÜL

Zuhal ÖZÜGÜL

BEN İSTANBUL’DAYKEN…



Artık İzmirliyim, hatta Foçalıyım ya, İstanbul’a gittiÄŸimde biraz da ‘köyden indim ÅŸehre’ oldum. Bunun ilk göstergesi karşıdan karşıya geçmek için arabaların arasından sıyrılma yeteneÄŸini kaybetmiÅŸ olmam. Åžimdi korkak, ürkek saatlerce beklemem gerekiyor.

Gitmeden önce nereleri gezeyim diye program yaparken ipin ucu kaçtı. Her şeyi de görmem gerekmiyor diye istemeye istemeye listeyi bıraktım. İstanbul rüzgârı nereye götürürse giderim dedim.

Ayağımın tozuyla, İstanbul’a her gittiÄŸimde hiç vazgeçmediÄŸim Milföy pastamı yemek için, NiÅŸantaşı’daki ‘O’ pastaneye yollandım. Ah o ne tat, ısırdığım zaman kıtır kıtır dökülen kat kat milföy hamuru. Kreması ne az ne çok, tam karar. En üstte yeterli pudra ÅŸekeri. (Çikolatalı, çilekli yapmışlar, tadı sade olunca muhteÅŸemdir) Ayy, gün ne güzel baÅŸladı. (Kiloları ne çabuk unuttun, hanfendi?) Gerçekten hiç deÄŸiÅŸtirmemiÅŸler tadını, bravo vallahi! Yanında buz gibi limonata… Åžey ben kaç gün kalacaktım burada? Bak, söz, baÅŸka bir ÅŸey yemeyeceÄŸim, ama her gün bir milföyüm var. Refakatçim, muzır ablam, kulağımın dibinde “bak ÅŸurada ÅŸuncu açıldı, bir dolmuÅŸluk uzaklıkta lokantada muhteÅŸem Hünkar beÄŸendi var, bir taksilik uzaklıkta deniz ürünlü bir makarna yapıyorlar ki” diye söyleniyor. İyi iyi hepsini deneriz. “Ama müze filan” derken “Ooo, kolay, denizde kum İstanbul’da müze!”

Listeyle uÄŸraşırken Pera Müzesi’nde GOYA sergisini ilk baÅŸa koymuÅŸtum. O nerede? BeyoÄŸlu’nda. Hünkar beÄŸendi de orada. Bugünkü program hazırlandı. Öğlen çıkalım, akÅŸam ancak eve döneriz. Trafik belası. İyi ki İstanbul’da yaÅŸamıyorum! HünkârbeÄŸendi de ‘damak çatlatıyor’ doÄŸrusu. Asırlardır HünkârbeÄŸendi olarak bildiÄŸimiz bu lezzetli yemeÄŸin adını “Millet beÄŸendi” yapmışlar. Gelenek diye bir olgu var. Neden deÄŸiÅŸtiriyorsunuz? Bize sordunuz mu? Laf lafı açıyor. Geçenlerde kandil simidi aldım. Hiç ilgisi kalmamış, tadı deÄŸiÅŸtiÄŸi gibi ÅŸekli de deÄŸiÅŸmiÅŸ. Gemilerdeki ilk yardım simidine benzemiÅŸ. Hadi size de sorayım: “neden deÄŸiÅŸtiriyorsunuz?” İzin verdik mi?

BeyoÄŸlu’nda, yukarılara bakarak kısa bir yürüyüşten sonra Tepebaşı’nda müzedeyiz.

‘Yukarılara’ bakmayı şöyle açıklayayım. Åžunu fark ettim ki, yıllarca BeyoÄŸlu’nda yürürken itiÅŸ kakıştan, saÄŸa sola bakmaktan, kafamı kaldırıp binalara hiç bakmamışım. Güzelim heykelleri, oymaları, sütunları hiç görmemiÅŸim. Hayran oldum. ‘BeyoÄŸlu binaları’ diye geziler yapılıyor mu acaba?

Müze (eğer giriş kapısını bulabilirseniz) beş katlı şık bir binadan oluşuyor. İlk katta bir kafe. Refakatçinizle hemen bir göz teması: şöyle bir şeyler yiyip içmek(!) için sergiden önce mi sonra mı oturmalı? Hayır, hayır önce göz zevkimizi doyuralım.

BilindiÄŸi üzere müze Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın. 1.ve 2ci katları özel koleksiyonlara ayrılmış.

Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri, diğeri Kütahya Çini ve Seramikleri. Aaa bu ağırlıkları nasıl toplamışlar diye hayret ederken çini ve seramiklerin renkleri ve çizimlerine hayran oluyoruz.

Üst katta “KesiÅŸen Dünyalar” baÅŸlığı altındaki koleksiyonda ‘Elçiler ve Ressamlarla’ tanışıyoruz. 17-19 yüzyıl arasında Osmanlı topraklarında yaÅŸamış elçi portrelerini görüyoruz. Bu arada Osman Hamdi Bey’in ünlü “KaplumbaÄŸa Terbiyecisi” tablosunun önünde durduÄŸumu ve heyecansız izlediÄŸimi hatırlıyorum. Neden heyecanlanamıyorum? Bu tablonun “çakmasını” nerelerde gördüm. Bir tuvaletin giriÅŸinde, bir esnaf lokantası duvarında, bir otel odasında. Halkımızın sanat anlayışına ÅŸapka çıkarıyorum!

Geldik günün önem ve ehemmiyetine! “GOYA, Zamanının Tanığı” bizi bekliyor. Bir duvar Goya’nın döneminin sanatçıları, ressamları, müzisyenlerinden oluÅŸuyor. Tolstoy, Marx, Napolyon birkaçı.

BeÅŸ kat, gez gezebildiÄŸin kadar. Gravürler ve resimler için duvardan duvara koÅŸması geliyor insanın. Bir salondan girip ötekinden çıkıyorum. Aklım arkada. Bir daha dönerim diye düşünüyorum. Pardon, bir ara vereceÄŸim. Kulağım feci ÅŸekilde tırmalandı. Bir ziyaretçi kadın görevliye “Lavabonun” nerede olduÄŸunu soruyor. Söyleniyoruz yavaşça: “Be kadın sen lavaboya mı ÅŸey edeceksin?” Neyse.



Bir salon Goya’nın ‘çocuklarına’ ayrılmış. Fakir, zengin ayırmadan oynarken, çalışırken, üzgün, neÅŸeli, resmetmiÅŸ onları. O dönemin sansürüne de yakalanmış Goya. Alba Düşesi’ni çıplak resmedince “skandal, skandal” çığlıkları yükselmiÅŸ. O da bir giyinik Maya, tablosunu yapmış. Hani, ülkenin birinde 21ci yüzyılda tabloları örtüyorlar, heykelleri kaldırıyorlar, dergileri topluyorlar ya. İşte o zaman da öyle olmuÅŸ. Ancak 1746-1828 yılları arası.

Goya’nın resimlerini izledikçe onun bir devrimci, nasıl uslanmaz bir toplum eleÅŸtirmeni olduÄŸunu anlıyoruz. Hele savaÅŸa karşı yaptığı resimleri görünce “hiç mi zulumü, acıyı, ölümü kafanız almadı hâlâ sürdürüyorsunuz” diye düşünmeden edemiyor insan. Dönemin toplumsal olaylarını birkaç fırça darbesiyle gösteriyor Francisco Jose de Goya y Lucientes. Off, nasıl da gerçek, ürküyor insan.

Birçok ressam gibi Francisco de Goya da parasızlıktan çok çekmiÅŸ. Her yerde çalışmış. Fransız devriminin etkileri düşüncelerine ve resimlerine de yansımış. Sarayda kralın ve çevresinin portrelerini yaparken, demokrasi diye düşünmekte ve özgürlüğü düşlemektedir. İspanya-Fransa savaşının korkunç felaketlerini ve kurbanları, açlık ve ölüm, kâbuslar, canavarlar olarak resimlerine yansıtmıştır. Böylece sergiyi tamamlıyoruz. Bu arada müzeyi beÅŸinci kattan baÅŸlayarak gezer ve soluÄŸu kafede alabilirsiniz. Size kalmış. Biz kafede oturmadık. BeyoÄŸlu’na attık kendimizi. İlk durak balık pazarı/çiçek pasajı. Çöpte midye de ne iyi gider ÅŸimdi. Yine ben gözlerim yukarıda, binaların cephelerini incelemeye devam ediyorum. San Antuan Kilisesi’nin önünde durulur da içeri girilmez mi? Bir iki dileÄŸim var. Mum yakma zamanı. Kiliseden çıkarken avludaki binaya bir göz atın. Ne kadar ilginç olduÄŸunu göreceksiniz. Sanki Floransa’daki Ponte Vecchio’nun küçük bir kopyası.

Yıkılmak istenen Emek Sineması’na kalbim burkularak baktım, gençliÄŸim aklıma geldi. Kızdım. İnsanların anılarını, tarihini, yaÅŸanmışlıklarını ‘cebren’ yok ediyorlar. Hakkınız yok buna! Gerçek İstanbullular izin vermeyin! Çocuklarınıza nasıl bir İstanbul bırakacaksınız?

Hemen yanındaki AVM’nin kafesinden İstiklal Caddesi’ne kuÅŸ bakışı bakacağım hiç aklıma gelmezdi. O sırada “sarılalım, öpüşelim” baÅŸlığı altında Avrupai bir gösteri izledik. Bu davete turistler daha çok ilgi gösterdiler. Bir ara kalabalık karıştı. İki genç adam horozlanıyordu. Ha anladım, bir turist, birinin kız arkadaşına sarılıp öpmek istemiÅŸ, iyi niyetle. Olmaz, bizde olmaz! Turist murist dinlemeyiz, biz kimiz ha biz kimiz?

Bir ara “bu sokaklardan birinde DoÄŸançay müzesi var galiba” diye söylenince, kolumdan tutuldu ve çekildi. SoluÄŸu Taksim’de aldım. Ve trafik çilesi baÅŸladı. Sabır, sabır. Yarınki milföyü düşün.

Birden sanki dürtülmüş gibi irkildim. Hay Allah, profiterol yemedim. Yıkılmadı deÄŸil mi ‘O’ pastane? Yarınki program da yavaÅŸ yavaÅŸ oluÅŸmakta. Ah, keÅŸke İstanbul’da yaÅŸasam. Hemen fikrimi deÄŸiÅŸtiriyorum. Kilolar, trafik ve kentin yavaÅŸ yavaÅŸ (yoo hızla) çirkinleÅŸtirilmesi. Nasıl dayanırım yaÅŸadığım o güzelliklerin kaybolmasına, bari görmeyeyim.

Ben yine İzmir’in kültür sanat akışına kaptırayım kendimi. Yakında Efes Agora’da Berlin Filarmoni Orkestrası’nın konserini izleyeceÄŸiz. Böyle bir güzelliÄŸi düşündükçe nefesim daralıyor.

Ben sabretmeyi bilirim.


Zuhal ÖZÜGÜL




18 AÄŸustos 2012 Cumartesi / 2913 okunma



"Zuhal ÖZÜGÜL" bütün yazıları için tıklayın...