BEN İSTANBUL’DAYKEN…
Artık İzmirliyim, hatta Foçalıyım ya, İstanbul’a gittiğimde biraz da ‘köyden indim şehre’ oldum. Bunun ilk göstergesi karşıdan karşıya geçmek için arabaların arasından sıyrılma yeteneğini kaybetmiş olmam. Şimdi korkak, ürkek saatlerce beklemem gerekiyor.
Gitmeden önce nereleri gezeyim diye program yaparken ipin ucu kaçtı. Her şeyi de görmem gerekmiyor diye istemeye istemeye listeyi bıraktım. İstanbul rüzgârı nereye götürürse giderim dedim.
Ayağımın tozuyla, İstanbul’a her gittiğimde hiç vazgeçmediğim Milföy pastamı yemek için, Nişantaşı’daki ‘O’ pastaneye yollandım. Ah o ne tat, ısırdığım zaman kıtır kıtır dökülen kat kat milföy hamuru. Kreması ne az ne çok, tam karar. En üstte yeterli pudra şekeri. (Çikolatalı, çilekli yapmışlar, tadı sade olunca muhteşemdir) Ayy, gün ne güzel başladı. (Kiloları ne çabuk unuttun, hanfendi?) Gerçekten hiç değiştirmemişler tadını, bravo vallahi! Yanında buz gibi limonata… Şey ben kaç gün kalacaktım burada? Bak, söz, başka bir şey yemeyeceğim, ama her gün bir milföyüm var. Refakatçim, muzır ablam, kulağımın dibinde “bak şurada şuncu açıldı, bir dolmuşluk uzaklıkta lokantada muhteşem Hünkar beğendi var, bir taksilik uzaklıkta deniz ürünlü bir makarna yapıyorlar ki” diye söyleniyor. İyi iyi hepsini deneriz. “Ama müze filan” derken “Ooo, kolay, denizde kum İstanbul’da müze!”
Listeyle uğraşırken Pera Müzesi’nde GOYA sergisini ilk başa koymuştum. O nerede? Beyoğlu’nda. Hünkar beğendi de orada. Bugünkü program hazırlandı. Öğlen çıkalım, akşam ancak eve döneriz. Trafik belası. İyi ki İstanbul’da yaşamıyorum! Hünkârbeğendi de ‘damak çatlatıyor’ doğrusu. Asırlardır Hünkârbeğendi olarak bildiğimiz bu lezzetli yemeğin adını “Millet beğendi” yapmışlar. Gelenek diye bir olgu var. Neden değiştiriyorsunuz? Bize sordunuz mu? Laf lafı açıyor. Geçenlerde kandil simidi aldım. Hiç ilgisi kalmamış, tadı değiştiği gibi şekli de değişmiş. Gemilerdeki ilk yardım simidine benzemiş. Hadi size de sorayım: “neden değiştiriyorsunuz?” İzin verdik mi?
Beyoğlu’nda, yukarılara bakarak kısa bir yürüyüşten sonra Tepebaşı’nda müzedeyiz.
‘Yukarılara’ bakmayı şöyle açıklayayım. Şunu fark ettim ki, yıllarca Beyoğlu’nda yürürken itiş kakıştan, sağa sola bakmaktan, kafamı kaldırıp binalara hiç bakmamışım. Güzelim heykelleri, oymaları, sütunları hiç görmemişim. Hayran oldum. ‘Beyoğlu binaları’ diye geziler yapılıyor mu acaba?
Müze (eğer giriş kapısını bulabilirseniz) beş katlı şık bir binadan oluşuyor. İlk katta bir kafe. Refakatçinizle hemen bir göz teması: şöyle bir şeyler yiyip içmek(!) için sergiden önce mi sonra mı oturmalı? Hayır, hayır önce göz zevkimizi doyuralım.
Bilindiği üzere müze Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın. 1.ve 2ci katları özel koleksiyonlara ayrılmış.
Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri, diğeri Kütahya Çini ve Seramikleri. Aaa bu ağırlıkları nasıl toplamışlar diye hayret ederken çini ve seramiklerin renkleri ve çizimlerine hayran oluyoruz.
Üst katta “Kesişen Dünyalar” başlığı altındaki koleksiyonda ‘Elçiler ve Ressamlarla’ tanışıyoruz. 17-19 yüzyıl arasında Osmanlı topraklarında yaşamış elçi portrelerini görüyoruz. Bu arada Osman Hamdi Bey’in ünlü “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosunun önünde durduğumu ve heyecansız izlediğimi hatırlıyorum. Neden heyecanlanamıyorum? Bu tablonun “çakmasını” nerelerde gördüm. Bir tuvaletin girişinde, bir esnaf lokantası duvarında, bir otel odasında. Halkımızın sanat anlayışına şapka çıkarıyorum!
Geldik günün önem ve ehemmiyetine! “GOYA, Zamanının Tanığı” bizi bekliyor. Bir duvar Goya’nın döneminin sanatçıları, ressamları, müzisyenlerinden oluşuyor. Tolstoy, Marx, Napolyon birkaçı.
Beş kat, gez gezebildiğin kadar. Gravürler ve resimler için duvardan duvara koşması geliyor insanın. Bir salondan girip ötekinden çıkıyorum. Aklım arkada. Bir daha dönerim diye düşünüyorum. Pardon, bir ara vereceğim. Kulağım feci şekilde tırmalandı. Bir ziyaretçi kadın görevliye “Lavabonun” nerede olduğunu soruyor. Söyleniyoruz yavaşça: “Be kadın sen lavaboya mı şey edeceksin?” Neyse.
Bir salon Goya’nın ‘çocuklarına’ ayrılmış. Fakir, zengin ayırmadan oynarken, çalışırken, üzgün, neşeli, resmetmiş onları. O dönemin sansürüne de yakalanmış Goya. Alba Düşesi’ni çıplak resmedince “skandal, skandal” çığlıkları yükselmiş. O da bir giyinik Maya, tablosunu yapmış. Hani, ülkenin birinde 21ci yüzyılda tabloları örtüyorlar, heykelleri kaldırıyorlar, dergileri topluyorlar ya. İşte o zaman da öyle olmuş. Ancak 1746-1828 yılları arası.
Goya’nın resimlerini izledikçe onun bir devrimci, nasıl uslanmaz bir toplum eleştirmeni olduğunu anlıyoruz. Hele savaşa karşı yaptığı resimleri görünce “hiç mi zulumü, acıyı, ölümü kafanız almadı hâlâ sürdürüyorsunuz” diye düşünmeden edemiyor insan. Dönemin toplumsal olaylarını birkaç fırça darbesiyle gösteriyor Francisco Jose de Goya y Lucientes. Off, nasıl da gerçek, ürküyor insan.
Birçok ressam gibi Francisco de Goya da parasızlıktan çok çekmiş. Her yerde çalışmış. Fransız devriminin etkileri düşüncelerine ve resimlerine de yansımış. Sarayda kralın ve çevresinin portrelerini yaparken, demokrasi diye düşünmekte ve özgürlüğü düşlemektedir. İspanya-Fransa savaşının korkunç felaketlerini ve kurbanları, açlık ve ölüm, kâbuslar, canavarlar olarak resimlerine yansıtmıştır. Böylece sergiyi tamamlıyoruz. Bu arada müzeyi beşinci kattan başlayarak gezer ve soluğu kafede alabilirsiniz. Size kalmış. Biz kafede oturmadık. Beyoğlu’na attık kendimizi. İlk durak balık pazarı/çiçek pasajı. Çöpte midye de ne iyi gider şimdi. Yine ben gözlerim yukarıda, binaların cephelerini incelemeye devam ediyorum. San Antuan Kilisesi’nin önünde durulur da içeri girilmez mi? Bir iki dileğim var. Mum yakma zamanı. Kiliseden çıkarken avludaki binaya bir göz atın. Ne kadar ilginç olduğunu göreceksiniz. Sanki Floransa’daki Ponte Vecchio’nun küçük bir kopyası.
Yıkılmak istenen Emek Sineması’na kalbim burkularak baktım, gençliğim aklıma geldi. Kızdım. İnsanların anılarını, tarihini, yaşanmışlıklarını ‘cebren’ yok ediyorlar. Hakkınız yok buna! Gerçek İstanbullular izin vermeyin! Çocuklarınıza nasıl bir İstanbul bırakacaksınız?
Hemen yanındaki AVM’nin kafesinden İstiklal Caddesi’ne kuş bakışı bakacağım hiç aklıma gelmezdi. O sırada “sarılalım, öpüşelim” başlığı altında Avrupai bir gösteri izledik. Bu davete turistler daha çok ilgi gösterdiler. Bir ara kalabalık karıştı. İki genç adam horozlanıyordu. Ha anladım, bir turist, birinin kız arkadaşına sarılıp öpmek istemiş, iyi niyetle. Olmaz, bizde olmaz! Turist murist dinlemeyiz, biz kimiz ha biz kimiz?
Bir ara “bu sokaklardan birinde Doğançay müzesi var galiba” diye söylenince, kolumdan tutuldu ve çekildi. Soluğu Taksim’de aldım. Ve trafik çilesi başladı. Sabır, sabır. Yarınki milföyü düşün.
Birden sanki dürtülmüş gibi irkildim. Hay Allah, profiterol yemedim. Yıkılmadı değil mi ‘O’ pastane? Yarınki program da yavaş yavaş oluşmakta. Ah, keşke İstanbul’da yaşasam. Hemen fikrimi değiştiriyorum. Kilolar, trafik ve kentin yavaş yavaş (yoo hızla) çirkinleştirilmesi. Nasıl dayanırım yaşadığım o güzelliklerin kaybolmasına, bari görmeyeyim.
Ben yine İzmir’in kültür sanat akışına kaptırayım kendimi. Yakında Efes Agora’da Berlin Filarmoni Orkestrası’nın konserini izleyeceğiz. Böyle bir güzelliği düşündükçe nefesim daralıyor.
Ben sabretmeyi bilirim.
|