Günaydın Bebeğim, / Tülin DURSUN
Tülin DURSUN

Tülin DURSUN

Günaydın Bebeğim,





      Bu gün sana doÄŸduÄŸum köyü anlatacağım.
     Babamın görevli olarak bulunduÄŸu bu köy, dedemin orman memuru iken yerleÅŸtiÄŸi köydü. Köye giriÅŸ ve çıkÅŸta tarihi çok eskilere dayanan, sonradan Mimar Sinan'ın da ilaveler yaptığı bendler, çeÅŸmeler,kemerler bugün bile bütün görkemiyle ayaktalar.

     Toprağının verimli, suyunun bol oluÅŸu nedeniyle köy halkı tarım ve hayvancılıkla uÄŸraşırdı. Birçok evin yanında, bahçe içinde hayvanlarımızı barındırdığımız ahırlar olurdu.
      Dayılarımın atları vardı. Büyük dayım her sabah onları okÅŸar, yemler, güne öyle baÅŸlardı.
Ben bu köyde doğmuştum ama birkaç senemi Trakya'da geçirdiğimden hiç arkadaşım yoktu. Dayım atlarını alıp ormana gittiğinde ahır bana kalır, bütün günümü ahır ve tezek kokuları içinde geçirirdim.
     Ah geçmiÅŸim! Ah çocukluÄŸumun masumiyeti! Neredesiniz?
      Ahırda oyunlar oynardım.Önce uzun saplı, ormandan toplanmış çalılarla yapılan süpürgeyle ortalığı süpürür, zemin toprak olduÄŸu için yerleri bir güzel sulardım. Ahır giriÅŸinin yanında atlara ait eyerler, battaniyeler, dizginlik,yular, üzengiler dururdu. Evimiz ahırla aynı avluda olduÄŸundan, annem avlu kapısını daima kapalı tutar, benim dışarıya kaçmamı önlerdi. Oysa ben oradan hiç çıkmak istemezdim ki. Niye telâş ediyordu? Anlamıyordum.

     Ahırda soÄŸuk kış geceleri, hayvanlar üşümesin diye ocakta odun yakılır, dayım da sabaha kadar orada kalırdı. Atları dayım için vazgeçilmezdi.
     Ertesi gün ahır bana kalır,ben de en mutlu saatlerimi orada geçirirdim.Ocakta kalan kül ateÅŸiyle oynar,ocağın üzerinde küçücük tenceremle yemek piÅŸirirdim kendimce.
      Birgün babam bana ÅŸehirden oyuncak bir tencere getirdi. YumuÅŸak,renkli bir tencereydi bu. Maviydi.Sevincimden bütün bir gece uyuyamadım. Hayaller kurdum. Pencereden gördüğüm bütün çocukları toplayacak, bu tencereyle onlara yemekler yapıp,ikram edecektim. Belki benimle arkadaÅŸ olurlardı.
      Kahvaltımı eder,etmez ahıra koÅŸtum. Etrafı temizledim.Ocaktaki külleri eÅŸeleyip,ateÅŸi canlandırdım. Ocağın külleri üzerine üç ayaklı,demirden yapılmış,üzerine kazan,tencere,çaydanlık koyduÄŸumuz sacayağını yerleÅŸtirdim.
      Tencereme su koydum. Evden gizlice aldığım üç,beÅŸ adet kuru fasulyeyi de içine attım. Sacayağı iyice kızmıştı. Tenceremi sacayağının üzerine koydum. Tencerem önce yamuklaÅŸtı, sonra da pis bir koku saçarak,simsiyah,ufacık bir ÅŸekle girdi. Sacayağının üzerine yapışan tenceremden geriye isli bir alev kaldı.
     Mavi tenceremle ben daha bir fasulye bile kaynatamamıştım.
      Niçin bana onun ateÅŸte eriyeceÄŸini kimse söylememiÅŸti. Benim küçük bakır tencerem hiç yanmazdı oysa. Sonradan öğrendim. Mavi tencere plastikmiÅŸ.
      Ben babama ne diyecektim?
      Ah canım! ÇocukluÄŸumun o bakır tenceresini çok arıyorum. Ben onun içinde fasulye deÄŸil; hayallerimi piÅŸiriyordum. O fasulyeleri beni aralarına almayan köy çocuklarına yedirecektim. O mavi tencerede benim arkadaÅŸ olmak için kullanacağım son rüşvetimdi.
A     hırda ben, mavi taÅŸlı yüzüğümü de kaybettim. Artık ahırda oynamak istemiyordum.
     Kısa zamanda kendime yeni bir eÄŸlence buldum. Annemin dikiÅŸ makinası.
Annem köydeki genç kızlara çeşitli el becerileri öğretiyordu. Kurs açmıştı. Yeni bir makina gelmişti evimize. Annem dikiş dikerken, ayaklarını da ritmik bir şekilde hareket ettirir, ben bu sese kapılıp giderdim. Gündüzleri makina sesine sokakta oyun oynayan çocukların sesi de karışırdı. Çocuklar oynarken,bizim cama doğru bakarak;
     "Zabitin piçi! Zabitin piçi!"
     Bu sözlerin anlamını bilmiyordum. BaÅŸka dilden konuÅŸuyorlardı.( Köyde savaÅŸ sonu deÄŸiÅŸimle gelen Bulgar ve Yunan göçmenleri çoktu.) Artık bana ünlenmeselerde olurdu. O kadar alışmıştım ki bu sözlere, makinanın sesi beni onlara ulaÅŸtırırdı.
      "Zabitin piçi.zabitin piçi,zabitin piçi."
      Çocukların ne demek istediÄŸini annem biliyor olmalıydı ki;
     "Bak ÅŸu çocuklara! Yine nasıl sesleniyorlar?"
      Bir gün ben de öğrendim ne demek istediklerini.
      "Anne, zabit ne?
      "Subay demek. Sana subayın kızı demek istiyorlar."
"Peki niye böyle söylüyorlar anne?"
"Sen onlar için yabancısın.Konuşman, giyinişin başka ve üstelik onlarla oynamıyorsun. Bu biraz da benim suçum. Seni onların arasına sokmadım. Senin oyun ihtiyacını düşünme-dim. Artık onlarla oynayabilirsin tatlım. Senin de yaşıtlarınla oynamaya hakkın var. Zaten büyümüş de küçülmüş tavırların beni korkutmaya başladı. Çocuk olmalısın. Aslında onlar da seninle oynamak istiyorlar."
     SokaÄŸa çıktım ve ben onlarla oynadım bebeÄŸim. Dillerini bilmeden onlarla oynadım.Annem bana haksızlık etmiÅŸti. Onca ay beni yanında tutmuÅŸ,oynamamı engellemiÅŸti. Dilimiz birbirimizi anlamasa da, oyunlarımız, gülüşümüz, paylaÅŸmamız ortaktı. Bizler çocuktuk. O zaman öğrendim. ÇocukluÄŸun milliyetinin, cinsiyetinin,ırkının,
dininin,fakirliği veya zenginliğinin hiç önemli olmadığını. Biz minicik yüreklerimize insanlık sığdırıyorduk.

      Zamanla aynı sofrayı paylaÅŸtık. EkmeÄŸi bölerek yemenin tadına onların yer sofralarında vardım. En güzel tarhana çorbalarını onların anneleri piÅŸirirdi. Balkabağı böreÄŸinin tadı eÄŸer hala damağımdaysa ; bunu dillerini bilmediÄŸim çocukluk arkadaÅŸlarımın beni kabulleniÅŸlerine borçluyum.
      ArkadaÅŸlarımın çoÄŸu o köyde oturuyor. Evlenenler, ölenler oldu. O köye her gidiÅŸimde bütün evler benimmiÅŸ gibi hissediyorum. Ara sıra onların ÅŸehirde iÅŸleri varsa, bana uÄŸramadan yapamazlar.
     Ne kadar zenginim görüyorsun ya bebeÄŸim.
     Senin de nice arkadaÅŸlıklarla, sevgiyle dolu olsun yüreÄŸin...

     25 Mayıs

Tülin DURSUN




21 Mayıs 2006 Pazar / 2131 okunma



"Tülin DURSUN" bütün yazıları için tıklayın...