İnsanlığın Yörüngesindeki Tüm Aşamaları Sarıp Sarmalayan Çağların Çınarı: Gustave Flaubert
Bingöl otogarından elimde valizimle çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği eve doğru yürüyorum. İnsan içinde mi yoksa dışında mı aramalı kendi izdüşümlerini? Anılar dürüst olduğu için mi acımasızdır? Anıların vatanında yaşamaktır yalansız bir dünyada yaşamak. Anılar zamanın vicdanıdır. O vicdanda haklı da haksız da yerli yerindedir. Anılarımın elindeki pişmanlık neşterini kalbime saplıyorum. Anıların sessiz çığlıkları bize yaşamın, mutsuzluğu mutluluğa tercih etmek olduğunu anlatıyor. Kendimi bir bütün halinde hissetmem için hayatımın tüm kesitlerinde mola veren anılarımı anımsıyorum. İnsan zamanın ötesine kendi gerçeğini aşarak geçebilir mi? Kalbimin yara bahçesi olan anılarımın bahçesinde ektiklerime, yeşerttiklerime ille de kuruttuklarıma bakıyorum gözlerim yaşlı. Yaşlı gözlerim yanımdan geçen bir çifte takılıyor. Yirmi birinci yüzyılda adam önde kadın adamın arkasında yürüyor. Görüntülerin anlattıklarını anlasaydık diyorum içimden, kendimizi anlatma derdimiz olmazdı. İnsan olmadan kadın ya da erkek olması mı yoksa sisteme entegre olması mı önemli insanın? Yasalar hangi nedenden dolayı ortak yaşamlarında birbirlerini tamamlayan kadın ve erkeğin birini diğerinden üstün tutuyordu? Hamile kadınların cinselliği çağrıştırdığı, namusun saça indirgendiği, kadının yerinin evi olduğu söylemlerinin hortladığı günümüzde Gustave Flaubert’in “Madam Bovary”sini okuyorum. Yazar; bir yanıyla on dokuzuncu yüzyılda kadına biçilen kadınlık rolüne dikkatleri çekiyor diğer yanıyla kadını ikinci sınıf gören ataerkil kokuşmuş ahlâk/namus anlayışının altını üstüne getirttiği evli Emma’ya arsenik içirerek sistemi ödüllendiriyor muydu? Gözlerim açık gördüğüm düşümde Gustave Flaubert’le “Kadın ve Erkekliğin” yanı sıra “Edebiyatta Kalıcılık” sorunu üzerine sohbet ediyorum. “Yapıtım gündüz gözüyle gördüğüm düşün armağanıdır. Söyle: “biz karanlığın düşünü görebilir miyiz?” “Sevgili Flaubert’e coşkuyla sarılıyorum. Sana yapıtınla ilgili yıllardır aklımı meşgul eden şu soruyu sormak istiyorum: Madam Bovary”yi insanlığın mı yoksa kadınlığın tarihi olarak mı algılamalıyım okurken?” “Bedriye, soruların yokuşunu çıkmak yormuyor mu seni? Fransa on sekizinci yüzyılda aydınlanma çağına, on dokuzuncu yüzyılda ise ataerkil sistemin boyunduruğuna giriyor. Çifte standart kavram/ kuram ve liberalizmin kalesi olan Fransız Devrimi on dokuzuncu yüzyılda insanlığın başına soylu (!)aristokrasiler ile soysuz burjuvaları bela ediyordu. O dönemde erkeğin kadın üzerinde birçok hakkı vardı. Boşanmak yasak. Kocası ve çocukları üzerinde hakkı olmayan kadın sosyal bir varlık da değildi. Kadın; ailesine iyi bir evlat, kocasına ideal bir eş olmak için eğitilebilen bir canlıydı. Kadının yazgısı mensubu olduğu kilise ile devletin ortak kararnamesiydi anlayacağın. Kadın düşünen ve düşünce üreten bir canlı olarak algılanmadığından namusundan, soyadından bekârken babası, evliyken de kocası sorumluydu. “Flaubert Baba, sistem; baskıcı yasa ve dini öğretileriyle garanti altına aldığı “namusun” zamana ve ihtiyaçlara yenilerek kozmopolit bir namus anlayışının benimsenmesinin önüne geçebilir mi Emma örneğinde olduğu gibi?” “Bedriye, sorunu kadının yaşadığı aşk serüvenlerinin yanıtladığını düşünüyorum. Emma, toplumsal değerlere yabancılaştığı için toplumsal bir tehdit olarak karşımıza çıkıyor. Ben sistemin kadına gıdım gıdım verdiği hakların hepsini Emma’ya verdim; çünkü Napolyon imparatorluğunda sistemi ele geçiren aristokrat/ entelektüel burjuva erkeklerinin hayat standartları sürekli yükseliyordu. Burjuva erkekleri koynuna aldıkları kadınların kendilerine daha fazla zevk verip konuştuklarını anlaması için kadının okuryazar olmasını, iyi bir din ve ahlak eğitimi almasını, nakış/ resim yapıp piyano da çalması gerektiğini algıladılar. Ömrünü kadınlar tuvaletinde geçiren şehvetli bir erkek bile kendisine acıyordu. Ataerkil sistem kendisine dayatılanı kanıksayan bir kadının kocasına ram olacağını biliyordu. Kadının okuduklarından etkilenerek kendi duygusal isteklerini farkına varmasından ödleri koptuğu için kadının hangi yapıtları okuması gerektiğine onlar karar veriyordu. Erkeklerin aydınlanmış kadına değil; eğitilerek görsel bir materyale dönüştürdükleri bir kadın türüne ihtiyaçları vardı. Emma’nın, romantik duygu ve düşüncelerini hayata geçirecek cesareti vardı; ama derinliği olmayan duygu ve duygusallığın yarını olmayacağını bilecek birikimi yoktu. Madamı da hem Fransız yazının gözdesi olmuş Romantizm’den hem de ataerkil liberal aristokratlardan intikamımı almak için kendisini kaptırdığı sahte romantiklikten acımasız gerçekçilikle yüzleştiriyorum. Dönemin soylu(!) romantizm hareketinin toplumsal yabancılaşma ile topyekûn değerleri yozlaştırdığını karakterimle belgeliyorum. Yapıtım ne edebiyatta kalıcılığın ne de kadın tarihinin izini sürüyor. Nasıl ki, ebeveynler boşandıklarında çocuklarını ortadan ikiye ayırarak paylaşamıyorlarsa ben de katıksız gerçekçiliğimi ne romantikle ne de kurguyla ortadan ikiye ayırarak paylaşamam. Yapıtı kadının tarihi olarak algılamam için kadını insanlıktan çıkarmam gerekmiyor mu?” “Flaubert Baba. Kahramanın Charles ile Emma dünyaları ayrı, yok oluşları ortak olan bir çift. Dünyaları kendilerine ait olmayan çiftlerin gerçek bir ilişki yaşama şansları olabilir mi? ” “Dünyaları ayrı olan Charles ile Emma’nın birbirine tutuna tutuna ortak yok oluşlarına şahit olduk. Emma, ruhuyla değil, fiziğiyle Dr. Charles’ın ilgisini çekiyor. Babası da aldığı eğitim ile çaldığı piyano vs.vs. yüzünden tarlada çalışmadığı için kızından kurtulmak istiyor. Emma, evleneceği erkeğe görkemli bir düğünle gideceğini hayal ediyor ama -düğünü küçümsediği taşra geleneklerine göre yapılıyor. Bekârlığında özlemini duyumsadığı tutku/ şehvet ve aşkı kocasının koynunda bulacağını hayal eden Emma lükse, güzel giysilere, romantik sözcüklere… hırsa âşık olduğu kadar özgüveni de tam olan biri. O içinde yaşadığı çevreden her açıdan üstün niteliklere sahip olduğu için hayatın da beceri ve güzelliğine yakışır bir yaşamı onun hizmetine sunacağını düşünüyor. Charles ise öğrenciliğinde bile öğretmeninin karşısında konuşamayan, annesinin etkisi altında kalan, kendisine güveni olmayan, insanların karşısında hakkını savunamayan, silik bir kişiliktir. Kendisini kocalığına yakıştırmadığı için başka erkeklerle dans eden karısını izleyen bir zavallıdır. Yaşadıkları/ yaşaması için kendisine dayatılanı sorgulayacak cesareti olmayan Charles; ezikliğinin cinsiyeti olmadığını anımsatıyor bize. Çocukluğunda sevilmemiş olan Charles’ın, evliliğinde karısı tarafından sevilmek için yaptığı fedakârlıklar “sevgisizliğin” insan ruhu üzerindeki ölümsüz gücünü kanıtlıyor. O’nun içine düştüğü dramla karısının içine düştüğü dram birbirleriyle yarışıyor. Emma da kendisini kendisi olduğu için seven kocasının değil; bedenini bir şehvet makinesi gibi algılayan Rodolphe’un sevgisini dileniyor. Sevgi dilenciliği söz konusu olduğunda kadını da erkeği de eşitliyorum. Hayal ettiği hayata yıllarca sözcüklerin dünyasında ulaşmaya çalışan kadın, sık sık romanlardaki aşkı, kocasının koynundaki mezarlığa gömdüğü aşkla karşılaştırıyor. Karşılaştıkça o güne değin fark etmediği ruhunun ıssız köşeleriyle tanışıyor. O’nun ıssız köşesi sistemin psişik kadınlarının yuvasıdır. Charles, evlenmiş olmakla hayattan aldıklarının sona erdiğini düşündüğü için eşini başka erkeklerle paylaşıyor. Burada bir erkeğin namusunda sistemin değil; eşiyle geliştirdiği ikili ilişkisinin belirleyici olduğunu vurgulamak istiyorum. Doktorumuz karısı ile kendi hastalığını teşhis edemiyor; çünkü kendisine dayatılanın ötesine geçebileceğini düşünemiyor. “Flaubert Baba. Emma da çağının ünlü hastalığı olan histeriye yakalanıyor. Bir edebiyatçı ile bir bilim adamının histeriyi algılayışındaki farklılık dikkatimi çekiyor. Bir yazar karakterinin ruhunun derinliğine duygularıyla, bir bilim adamı ise mantığıyla ulaşıyor. Emma’nın histerisini nasıl değerlendiriyorsun?” “Bedriye, karakterim kocasıyla yaşadığı fiziksel aşkın değil; ruhsal aşkın arayışı içinde. Cinsel tercihin aynı zamanda insanın kendisini gerçekleştirmesinin sigortası olduğunun farkında. O’nun cinsellik algılayışı erkeklerinki gibi dakikalık hazza değil; ruhun ruhu arşa kaldırdığı mucizevî bir tutkuya tekabül ediyor. Bu yönüyle aşka ve tutkuya ödediği bedel dönemin tüm erkeklerini benim gözümde onun metresi yapıyor. Histerisinin altında yatan temel neden bana göre hem sınırlarını aştığı aşkla uzlaşmak istemiyor hem de keşfettiği aşkı bir kadın olarak yönetmek istiyor. Adaşı Emma Goldman gibi bir anarşisttir; çünkü aşkı kamusal alandan çıkarıp bireyin özgür hayatına dâhil etmek istiyor. Cinsel bir ilişkide kadının veren, erkeğin de alan olduğu nasıl bir gerçekse kadın ile erkeğin cinsel organları aracılığıyla kendi yitik benliğine ulaşmak istedikleri de öyle bir gerçek olduğunu bilen tek karakterim de O’dur. “Yapıtınla din olgusuna da çıkarma yapıyorsun. Hıristiyanlığın içeriğinin din adamları tarafından boşaltıldığını, dini de kamusal alana (kilise) hapsettiklerini savunuyorsun.” “Sistemin tacirleri dini ve kadını tekeline alarak toplumu yöneteceklerini biliyor. Ben; Tanrı’yla kiliselerinde buluşmamıza izin veren sahte din öğretilerine, Tanrı ile kul arasındaki iki kişilik ilişkiye dogmayı dâhil etmelerine, Tanrı’yı tabulaştırmalarına, papazların Tanrısı’nı halkın Tanrı’sı yapmalarına, halkın hastalandığında doktora değil kiliseye gitmesini sağlamalarına, papazların halkı dünyaya acı çekmek için geldiklerine inandırmalarına, onlar zevk ve sefa içinde yaşarken halkın sefalet içinde yaşadığını göreme(me)lerine isyan ediyorum. Benim gökyüzündeki Tanrı’yla değil; yeryüzündeki Tanrı(cık)larla sorunum var; çünkü yeryüzü Tanrı(cık)larını insanlığın geleceği için tehdit unsuru olarak algılıyorum.” “Baba’cık, seninle kadın ile erkeğin aşka bakışlarındaki ‘farkındalık’ üzerinde de yoğunlaşmak istiyorum. Kadının aşk konusundaki deneyimsizliği ile erkeğin aşk konusundaki yetkinliğine de vurgu yaptığını düşünüyorum Rodolphe karakteriyle.” “Emma’nın masum tutku ve sevgi arayışları, Rodolphe’un kadın bedenini maşa gibi kullanan deneyimi ile yarışabilir mi? Emma, Rodolphe’un şehvet kurbanlarından sadece biri. Sözcükler kadının cenneti erkeğin ise cephanesidir bu aşkta. Kadın ruhundan anlayan, çapkın, güzel konuşan, zeki ve oldukça zengin olan Rodolphe, daha ilk karşılaşmalarında kadının kocasının yanında aldığı her nefeste öldüğünü anlıyor. Kadına da toplumun onun üzerinde kurduğu baskıyı aşması için verdiği cesaretle sahip oluyor. Aşk ve tutkuda bakir olan kadın zengin sevgilisini aldığı hediyelerle şımartıyor. Kadının ruhunu ruhunda hissetmek için yanına sokulduğu sevgilisi ondan sıkılıyor; çünkü O da metreslerinden biridir sadece. Emma’nın kızı ile birlikte kendisini kaçırmasını teklif etmesi sevgilisi için bardağı taşıran son damla oluyor ve yazdığı bir mektupla kahramanımı terk ediyor. Ayrılıklarının akabinde kadın aylarca kendine gelemezken, erkek başka aşklara yelken açıyor. Anlayacağın; Emma’nın aşkı duygu obur; Rodolphe’unki ise etoburdur. Kocasının sevgisi fedakârlığı ve desteğiyle toparlanan Emma, aşkta duygular kadar deneyimlerin de önemli olduğunu eşiyle birlikte gittiği Rouen’daki tiyatroda noter kâtibi Leon ile karşılaştıklarında algılıyor. Noter kâtibi Leon, aşk konusunda toydur. Leon, Emma’nın metresi oluyor ama onun kalbindeki aşk yarasını romantikliğiyle saramıyor; çünkü kadının hissettiği aşk geceyi gündüze erdemi tutkuya çevirip, / şehvet de dâhil ederek aşk uğruna işlenen tüm suçları af edebilir güçtedir. Kapitalizmin bireye dayattığı sınırsız harcamanın kurbanı olan kadından evine gelen haczi kaldırması için gerekli olan parayı iki aşığı da esirgiyor. Bu gerçekle sarsılan romantik Madam Bovary kocası dışındaki erkeklerin kahraman, cesur, bilgili, duyarlı... olduğuna inanıyordu; çünkü kocası taşralı sevgilileri ise entelektüel burjuva erkeğiydi. Sistemin erkekleriyle ister evli olarak ister evlilik dışı yaşadığı ilişkilerin sonucu değiştiremeyeceği gerçeği ile gerçek bir ilişkide çiftlerin karşılıklı olarak birbirinin benliğini bir bütün halinde sevdiğini ve birbirine seks dışında da ihtiyaç duydukları gerçeğini kanıksıyordu. Kocasını aldattığı için değil evine gelen haczi öğrenmesinden korktuğu için intihar eden Emma kadınlara ekonomik özgürlüklerini kazanmadan duygusal özgürlüklerini kazanamayacağı gerçeğini de ölü bedeniyle anlatıyordu. “Madam’ın anneliği benim gibi senin de içini acıtıyor mu?” “Anne; erkek değil, kızı olduğuna üzülüyor. Kızının da diğer kadınlar gibi iyi bir evlat, ideal bir eş, baştan çıkarılan ve aldatılan histerik bir kadın olacağını biliyor. Madam Bovary, hem bir anne olarak kız doğurduğu için vicdan azabı çekiyor hem de kızıyla nasıl bir ilişki kuracağını bilmiyor. Bir yanıyla kızına yaklaşmak istiyor diğer yanıyla kızının kendisine yaklaşmasına izin vermiyor. Sözün özü: erkeklerin dünyasında ne kadın ne de bir anne olarak kadının kendisini özgürce ifade edemediğini kanıtlıyor bize.” “Kadının dünyaya getirip yetiştirdiği erkeklere eş anne ve metres sıfatlarıyla yenilmesini nasıl algılıyorsun? “Bedriye, erkeği kadın doğuruyor yasaları ise erkek çıkartıyor. Kadın genetiğin, erkek ise erkin doğurganlığına sahip. Erkeğin kamusal alanı evidir; ama kadının dramı toplumsaldır. Bu yüzden evli bir burjuva erkeğinin evini eşi, geçtiği sokakları da metresi ile tecavüz ettiği kadınlar temizliyor.” “Yapıtın teknik özelliğini, senin özgeçmişini ve yapıtını besleyen kaynağın kurgu mu yoksa gerçek yaşam mı olduğunu merak ediyorum.” “On dokuzuncu yüzyıl Fransız yazınının yapıtımla romantizmden acımasız gerçekçiliğe terfi ettiğini düşünüyorum. Romanım Fransız yazınına Bovarizm akımını armağan ediyor. Bovarizm: psikolojik tatminsizlik, memnuniyetsizlik ile doyumsuzluk anlamına gelen terimlere ev sahipliği yapıyor. İnsanı okuduklarından öte yaşadıkları büyütüyor. Normandiyalı bir taşra hekiminin ihanete uğradığı için Dr. Charles gibi dramatik bir biçimde ölmesinden etkileniyorum. Ben 12 Aralık 1821’de Fransa’da (Rouen) dünyaya geliyorum. Babam Achille Flaubert, Rouen’daki bir hastanenin baş cerrahıydı annem ise bir hekimin kızı. Bir abim bir de kız kardeşim var. Kendimden on yaş büyük olan evli bir kadınla yaşadığım aşkla kadının dünyasına giriyorum. Madamın dünyasını yaratmamda sevgilimin duyguları rehberim oluyor. Önce aşk ve tarihsel konuların sonra da baskın olarak toplumu yönlendiren/ yöneten burjuvanın ahlak yaşamını sorgulamayı meslek ediniyorum [lirizm, düşünce ve duygu duygusallığının bilinçaltına itilmesi ile doğa tasvirlerinin de ilgi alanıma girdiğini belirtmek istiyorum.] Bu konudaki bilgi ve gözlemlerimin sayesinde ölümsüz karakterlere kavuşuyor yazın. Eserimdeki yan karakterlerim hem başkarakterlerimi aratmıyor nevi şahsına münhasır kişilikleriyle. Yaşadıklarımdan öğrenmiştim gündelik hayatın detay ve teferruattan oluştuğu gerçeği ile aşktan hiçbir şey beklememem gerektiğini.” “Bu yüzden mi kahramanlarına karşı acımasızsın? Bu yüzden mi kahramanlarının yüreğine merhamet yerine tutku, hırs ve şehvet koyuyorsun? Bu yüzden mi sonsuz duygu/ düşünce ve duyarlılığının değil; şehvet gibi insana hiçbir artı değer kazandırmayan tutkuların gölgesinde bırakarak yapıt/ yapıtlarına yaptığın haksızlık vicdanını yaralamıyor?” “İlahi deli kız! Gerçekçilikle merhamet kol kola yürüyebilir mi? Ya gerçekçi olacaksın ya da romantik. Aşk acısından yakalandığım sara hastalığı yüzünden hukuk öğrenimimi yarıda bıraktığımda hayat bana merhamet etti mi? Hayatın ve insanların bana davrandığı gibi davranıyorum kahramanlarıma. Yapıtıma psikolojik değer katan yaşanmışlıklarımdan aldığım yaralardır. Sanatın insanın trajik yazgısını kayıt altına almak için var olduğuna inanıyorum. Emma’nın içine düştüğü duruma düşmemek için kendimi sanata adayarak yazgımı yendiğimi düşünüyorum. Sana verdiğim şu öğüdü unutma: “İşinin başındaki yazar, evrendeki Tanrı gibi olmalıdır; her yerde vardır ama hiçbir yerde görünmez.” Yapıtım; sadece bireysel sahiciliğe bir örnek değil; aynı zamanda romanda görsellik, söz ve imge arasındaki ilişkiyi dil kargaşasına girmeden birbirlerini nasıl tamamladıklarını kanıtlayan olgunluk çağının bir başyapıtıdır. Yapıt; kalıcı sorgulayıcı, detaycı ve gerçekçi olduğu kadar bireyin kolektif bireyselliğini eyleme dönüştürememesinin sistemin bilinçaltı ve bilinçdışı katmanlarına kazandırdığı kazanımların tüm boyutunu acımasız bir cesaretle okura sunduğu için de ölümsüzdür “Madam Bovary’nin hangi gerekçelerle yargılandığını bilmek istiyorum” “Yapıt; hem bir taşra kadınının kocasına hükmetmesinden dolayı aristokrat Fransız burjuvasını kızdırdığı için hem de toplumun iç yönelimini topyekûn bir ahlaksızlık ile dinsizliğe özendirdiği için yargılanıyordu. Yapıtı yargılayan savcı Ernest Pinard’a göre Emma, yaşadıklarıyla eş aldatmayı meşru kılıyor, kadınları kendisi gibi cinselliğin kurbanı olmaları için cinselliğe genel ve çok yönlü duygusal anlamlar yüklüyor, dini yapıtta sorgulanır kılarak kuşkuculuk ve şüphecilik zehri ile halkı zehirliyordu. Mahkeme bir yazarın toplumu aydınlatması için gerçeği olduğunu gibi yansıtması gerektiğine karar verdi ve yapıt berat etti.” “Senin de takdir ettiğin gibi olgular cenneti olan toplumda var olan hiçbir şeyin varoluş nedeni yok. Senin on dokuzuncu yüzyılda yansıttığın gerçekler yirmi birinci yüzyılda karşılığını buluyor. Romantiklerin “En iyi kural, kuralsızlıktır” saptamalarını yerinde bulduğum gibi, seviyorum senin yazdıklarını insana yeniden yazmak için neden bırakmayışını. Biz yazarların kaynağı insan, sistemin kaynağı ise değişim teorisini çıkarına bütünleşmiş etmektir. Hangi yüzyılda yaşarsak yaşayalım bireyi sistemin yönettiği sürece bu tür sorunlar insanlık sorunu olarak varlığını sürdürecektir. Sorunu; kadın/ erkek arasındaki pozitif ayrımcılık, duygularını iradedışı dışa vuran insanın cinsiyet sorunu, insanlığın en soylu temsilcisi olan kadının adaletsizliğe cariye olmaktan kurtarmak olarak algılama(mız)ın sonucu değiştirmeyeceğini biliyorum. Tüm ideolojik görüşlerin iktidar olduğu çağ/ çağlarda insan olmak / insan kalmak ve insanca yaşamak için verilen mücadelelerin amacına ulaşmasını istiyorum. İstiyorum ki, bizden sonraki kuşaklara miras olarak kadın/ erkek sorunlarının yanında insanlık ayıplarını değil; kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri yarınları onlara bırakalım.” “Sevgili Bedriye, insanlığın geleceği için başyapıt değerindeki yapıtlar döneminin sorunlarına ışık tuttuğu için kalıcı olmalı; çağların sorunlarına ışık tuttuğu için değil. Kalıcı olan yapıtların yaşam döngüsündeki tüm aşamaları sarıp sarmaladığı gibi ben de seni sarıp sarmalıyorum; çünkü uyku saatim geldi.” “Sevgili dostum, aynı duygularla ben de seni sarıp sarmalıyorum. Işıklar içinde uyu!”
08.08.2013
İlk Yayım: İnsanlığın Yörüngesindeki Tüm Aşamaları Sarıp Sarmalayan Çağların Çınarı: Gustave Flaubert. Lacivert Dergisi. Eylül-Ekim 2013. S.65-7
|