CHipidik MarSHı
Bugün günlerden Salı. Pazar çantalarımızı yanımıza aldıktan sonra sitemizin sarp yokuşundan aşağıya doğru salıyoruz kendimizi. Her sabah uyandığında yanı başında uyuyan sevgilisine bakıp, onu ömründe ilk kez görüyormuşçasına hayranlıkla izleyen âşıklar gibi; göğsü kabarmış denizi seyrederek yürüyoruz. Sabah sessizliği, yavaş yavaş yerini ağustos böceklerinin koro çalışmalarına bırakıyor. İçme suyumuzu doldurduğumuz çeşmenin önünden geçerken aynı türkü geliyor yine aklıma: "Susadım çeşmeye inmez olaydım; elinden bir tas su içmez olaydım... "
Kim bilir ne taze börülceler, ne sulu karpuzlar, ne sütlü mısırlar doldurmuştu Foça halk pazarımızın tezgâhlarını. Tüm bunları ve sıcağa kalma korkusunu düşündükçe hızlanan adımlarımız, terliklerimizden çıkan ritmik sesin şiddetini arttırıyor. Kış boyunca çizmelere mahkûm ayaklarımızın yazın söylediği özgürlük marşıdır "Çipidik Terlik".
Pazar yerine, günlük ekmeğimizi aldığımız fırının olduğu taraftan mis gibi ekmek kokusunu içimize çekerek giriyoruz. Sabah dalından kopup afiyetle yensin diye sergilenen cânım Ege mahsulleri... Damak tadına göre herkes farklı bir tezgâhı alıcı gözlerle süzüyor. Annem incir seçiyor; babam bir börülce kırıyor ince belinden; benim aklımsa çekirdeksiz İzmir üzümlerinde. Bir yandan alışveriş yapıp diğer yandan da sabah muhabbetine dalıyoruz emektar satıcılarla. Pazarın hengâmesinin içinde kulağımıza yabancı diller de geliyor. Görmeye alışkın olduğumuz turist Foça severlerin yaptığı pazarlığı gülümseyerek izliyoruz. Çantalarımız dolmuş ve almayı hep en sona bıraktığımız kavunların naylon torbaları avuçlarımızı hafiften kızartmaya başlamış bile.
Son bir şey kaldı bakmadığım: İnci ve boncuklar. Tahta sıralara dizili el emeği göz nuru güzelliklerin fiyatına takılıyor gözlerim: 2€. Bu manzara terlikçide, çantacıda, çiçekçide de değişmiyor. Keyfim kaçıyor doğrusu ve önden yürüyen bizimkilere sesleniyorum,
- Haydi, bir çay ısmarlayayım size limandaki kahvede. Simitler de senden, anne!
Bir nefeslik mola için daha cazibeli bir yer düşünemiyoruz. Arnavut kaldırımlarını ardımızda bırakarak vardığımız limandaki kahvede de, her zamanki dostâne sıcaklık yerine tatsız bir sürpriz karşılıyor hepimizi. Muhabbetlerimizin tatlı mekânı kahveye, telaffuz edemeyeceğimiz yabancı bir isim vermişler. Kafa sallıyoruz hayal kırıklığından ama yılların hatırı galip geliyor ve ufak tahta masalardan birine kuruluyoruz. Garson çocuk yanımıza gelip selamlıyor hepimizi,
- Hoş geldiniz.
- Pek hoş gelmedik bu sefer vallahi, genç. Bu ana dil katliamını kim işledi?, diye soruyor babam.
- Buyur ağabey?, anlamıyor çocuk.
- Kim değiştirdi bizim gül gibi Türkçe ismi, diyordum.
- Bu sene çok turist var. Akılda kalsın da millet birbirine anlatıp reklam yapsın istedik.
Meydanın çehresi değişmişti sanki: Menüler yabancı, isimler yabancı, müzikler yabancı, fiyatlar yabancı, esnafın tavrı yabancı... Korktuğum başımıza mı geliyordu? Bizleri, bizdenlikleri tanımaya; onlara yabancı gelenleri keşfetmeye koşan misafirlerimize benzettikçe kendimizi, ucuz korsan kopyalar olmayacak mıyız? Maraş dondurmacım Algida, pidecim pizza, kuru yemişçim chips satmaya başlarsa; kızarmış patates yerine pomes, kumru yerine hamburger, pide yerine baguette kullanılırsa, kendimiz yabancısı haline gelmez miyiz bu güzelim beldenin? Şehirler, içinde yaşanmışlıklarıyla ve bize ait yanlarıyla gönlümüzü fethetmez mi? Zamana, popüler kültüre ayak direyenler ve özünü koruyanlar çelmez mi aklını meraklı dost yüreklerin? Bilinmemişe ve görülmemişe âşık olmaz mi kâşifler?
Kulaklarımı tıkıyorum cazırtılı müziğe ve uzaklaşıyorum oradan hızlı adım. Çipidik marşı ve dudaklarımda bir ıslık: "Susadım çeşmeye inmez olaydım, elinden bir tas su içmez olaydım..."
22. Haziran. 2007
|