SANAT ÜSTÜNE I SANATIN GİZEMLİ YETENEĞİ
Belirli bir görüş açısından bakılırsa sanatın varlığı insana hâlâ çözülmemiş bir bilmece gibi gelir. Nesnel dünyayı öğrenme yöntemi olan bilimin zorunluluğu konusunda ise en ufak bir kuşkuya yer yoktur. Buna karşılık yüzyıllarca malzeme ve insan kaynağını, en değerli yaratıcı güçleri tüketen sanatın zorunluluğu ve yerinin doldurulmazlığı için bugüne kadar kesin bir tespit yapılmamıştır. Sanat olmasaydı toplum maddi yönden belki çok daha zengin olurdu. Her dönemde birçok yetenekli genç insan sanata yönelmiştir; pek çoğu karşılığında ne bir ün kazanmış ne de zengin olmuştur. Ama yine de bu akıl almaz derecede zor çalışmaya kendilerini adamışlardır. İnsan nasıl ki bilgilenmeye istek duymadan, yaratma içgüdüsü, kadın erkek arasındaki sevgi, aile sevgisi olmadan yaşayamayacak, varlığını sürdüremeyecekse, sanat olmadan, sanata ihtiyaç duymadan yaşayamayacağı, varlığını sürdüremeyeceği gerçeği aynı şekilde fenomenolojik bir olgudur. Ne var ki, bütün bu “temel tutkular” ya da “içgüdüler” kendilerine kolayca nesnel bir temel bulurlar. Bu içgüdüler olmadan insan doğayı yenemezdi, toplumu uygun bir biçimde örgütleyemezdi, cinsinin sürekliliğini sağlayamazdı, savunmasız çocuğunu koruyamazdı. İyi de, sanatın zorunluluğu nereden ileri geliyor? Birçok düşünür bu konuda sayısız düşünce öne sürmüştür; ama tartışmalar sona ermekten henüz çok uzaktır.
Sanatın birçok işlevinin olması onun göze çarpan bir özelliğidir. Ancak, soruyu ortaya atan kişinin dünya görüşü, estetik duygusu, yaşam görüş açısı herhangi bir işlevin en belirleyici işlev olarak görülmesine neden olur. Sanat insanların yaşamına uyum katar, hoşlanma duygusu verir, düşünsel ilişkilere ve “duyguların aktarılması”na hizmet eder (Tolstoy), ruhu “arındırır”, yaşamı yansıtır, ahlak yönünden eğitir, bastırılan duyguları yabancılaşmış bir biçimde canlandırır ve böylece ruhsal iç çatışmalardan, sinirsel hastalıklardan kurtarır (Freud). Bu kadar çok yararlı işlevi aynı ânda yerine getiren sanatın gizemli yeteneği, bu işlevleri bir bütün olarak sanatsal çalışmaların en akılcı ve en geçerli yöntemi haline getirir. Ancak Hegel, yukarıda sayılan işlevlerin, sanattaki gerçek anlamı belirlediğine dair görüşü reddeder: “Bu tür şeyler sanat eserini ilgilendirmez ve sanat eseri kavramını belirlemez.”
Bir sanat eseri karşısında öne sürülen “bu güzeldir” savı sırf sezgisel bir yargıdır ve bu yargı, yine sezgisel olan ve mantık açısından kanıtlanamayan başka bir yargı tarafından yönlendirilmiş olabilir. Böyle bir yargı sayılmayacak kadar çok faktörü ve bileşeni kapsar. “Bu güzeldir” yargısına varmak için, yargıya varanın fizyolojik durumu, toplumsal ve ulusal kökleri, o günkü tarihsel durum vs. tarafından etkilenen toplam yaşam deneyimlerine bağlı pek çok çağrışıma gerek vardır. Güzel konusundaki yargının içerdiği gerçeklik çok görelidir, her zaman tarihsel, ulusal vs. yönlerden sınırlıdır.
Ahlak yargıları da, her ne kadar sırf sezgisel olmasa da, aynı şekilde sezgiseldir. Belli bir ölçüye kadar toplumun ya da (ve) kişilerin çıkarları tarafından yönlendirilebilir. Ahlaksal bir dogma herkese hoşnutluk duygusu verdiği zaman kitleler tarafından benimsenir. Nesnel gerçeklik kriterinin yerine kişisel duygular geçerse doğal olarak kuşkular belirir. Kant, senteze dayalı yargıya varma yetisini hoşnut olma ya da olmama yetisine bağlar ve memnuniyet kavramını kullanır. Ayrıca birkaç koşulun da göz önüne alınmasını ister. Memnuniyetin genel olması, yani kararı duyan herkes tarafından paylaşılması gerekir. Ne ki, öte yandan gerçek diye kabul edilen ahlaksal, toplumsal, dinsel, estetiksel yargılar kaçınılmaz olarak tarihsel, toplumsal, ulusal yönlerden sınırlı kalır ve bu nedenle genel olamaz.
Sezgisel estetiksel olan “bu güzeldir” yargısında akılla elde edilen öğeler hemen hemen yok denecek kadar azdır. Bu yargıyı oluşturan öğeler, akışkan çizgiler, renkler, ses tonları, renk nüansları ve devingenliktir. Bunlar birçok çağrışıma neden olabilir, böylece bir hoşnutluk, memnuniyet duygusu yaratır (hazcı işlev). Çizgi, ses, renk insanı heyecanlandırabilir, yatıştırabilir, büyüleyebilir, sevindirebilir; yani bilinçaltı çağrışımlarının niteliğine göre bir takım duygular uyanabilir. Bu yargı kitlesel bir duruma gelirse duyguların aktarılmasına olanak sağlar (iletişimsel işlev). Çağrışımlar bilinçli, somut olmak zorunda değildir, başka biçimde yüceltilmiş imgeleri de içerebilir. “Bu güzeldir” savı, sanat eseri karşısında varılan ayrıntılı, sezgisel bir yargı olmak zorunda değildir. Sanat eseri, eğer somut nesnel ve bu yüzden akılla elde elden öğeleri içeriyorsa, yüzeysel bir algı sırasında sezgisel öğe ortadan kalkabilir. Bu nedenle sanat eserindeki sezgisel gerçekliği ararken ve algılarken tüm akla dayalı ve duygusal güçlerin seferber edilmesi, esin denen bir durumun ortaya çıkması gerekir. Esin ruhsal bir yetenektir; izlenimleri dolaysız algılamaktır, yani kavramları bir düzene koyarak daha iyi anlamaktır. Bu durumda esin yalnız sanatçılar için değil, sanat eserini algılamak isteyen herkes için gereklidir. Sanatseverler çevresindeki varlık koşullarının, kültürün, eğitimin ortak olması, ortak çağrışımlardan oluşan bir dünya yaratır; bu yüzden, “renkler ve zevkler tartışılmaz” safsatasının aksine, benzer ya da birbirine uyan yargılara varılmasına neden olur, yani yargılarda belirli bir genelliği sağlar. Sezgisel yargının ortak oluşu inandırma gücüne katkıda bulunur. Böylece sanat, sezgisel gerçekliğin genel ve inandırıcı bir biçimde aranmasına olanak tanır.
Sanat, sanatçının ve eseri algılayan öznenin uğraşlarını kapsayan bir fenomen diye ele alınırsa, gerçekliğin kriterlerini kendi içinde taşıyan sezgisel gerçekliğin aranmasıdır. Sanatın amacı, “kanıtlanamayanlara inandırmak” için sezgisel yargının otoritesini ve inandırma gücünü desteklemektir. Sanat insanlara maddi ve manevi dünyanın bilgilerini kazandırır. Bunu başka türlü söylersek: Sanat esinlenmeyi öğretir.
Her çeşit etiksel düşünceden uzak “arı bir sanat” olabilir mi? Bu, biraz kuşkuludur. Etkili bir sanat, duygusal öğelerin öne çıktığı çok geniş bir çağrışımlar ve yaşantılar alanını harekete geçirir. Ancak bu etki toplum açısından “iyi” de “kötü” de olabilir. Bu yüzden sanat, topluma hem yarar sağlayabilen hem de zarar verebilen çok keskin bir silah yerine geçer. Sanatçının cansız mermere, beyaz tuvale, basit sözcüklere “can verme” yeteneğinde olması bile bir mucizedir. Bu durum, malzemedeki mantığın aşılmasıdır. Her öğesi yavan ve mantıksal olan malzemenin mantık dışı bir biçimde sanat eserine dönüşmesi insanı şaşırtır ve etkiler.
Bilimsel gelişmeler bakımından akla dayalı öğelerin otoritesinde bir azalma tehlikesi söz konusu değildir. Buna karşılık bu öğelerin rolü abartılmakta, sezginin rolü küçümsenmektedir. Bu yüzden günümüzde sanatın rolü özellikle büyük bir önem taşımaktadır.
Kaynaklar
-Kunst und Wissenschaft(Sanat ve Bilim), Yevgeni Feinberg, Gesellschaftwissenschaften.
-Die Esthetik der Wahrheitssuche (Gerçeği Aramanın Estetiği), Mihail Volkenstein.
-Aesthetik, G.W.F. Hegel
-Werke, İ.Kant
oguzozugul@hotmail.com
|