Dede toprakları Makedonya
Yaşamda herkese nasip olmayacak muhteşem bir olay yaşadım Mekadonya’da… Benim dede topraklarım. Dedem Veteriner Hacı Elmas Aga Bulgar askerlerinin kurşunlarıyla yaşamını yitirdiği 1913 yılına kadar mesleğini sürdürmüş bu topraklarda. Anneannem anlatırdı o yılları. O da 1914 yılında henüz 17 yaşında bir genç kız iken göçüp gelmiş Türkiye’ye. Neyse bu öyküyü daha sonra anlatırım. Gelelim muhteşem olaya! Bir haftalığına Mekadonya’ya gittik bir heyet ile. Kavadarci Belediyesi bağbozumu şenliklerine bizi davet etmiş. Sağ olsun Konak Belediye Başkanım Dr.Hakan Tartan benim adımı heyete yazmış. Bu bahane ile anneannem ve ardından annemden yıllardır dinlediğim öyküleri yaşama fırsatı buldum bu topraklarda. Yedi gece yattım, havasını soludum, gezdim, dolaştım köylerini, kasabalarını ve şehirlerini Üsküp’ü sokak sokak karışladım, o sıcaklarda kan ter içinde kaldım ama deydi doğrusu… Gültepe Makedonya Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Adnan Yetişkin sağ olsun, Makedonya’yı avucunun içi gibi çok iyi biliyor. Hatta köylerde bile o kadar çok tanıyan var ki, gezimizin itici gücü marşandizi olarak çok ter döktü.
İki yüzyıl bir arada
Neyse pazartesi günü uçağımız Adnan Menderes Havalimanı’ndan saat 14.30’da havalandı. Bir saat beş dakika sonra kaptanın anonsu ile Üsküp Büyük İskender Havalimanı’na iniş yaptık. Sanki 50 yıl geriye geldik. Küçük virane bir bina, kötü bir giriş, kaba davranan görevliler, pis kokan tuvaletler ve su satışı bile yapılmayan garip bir ortam. Ama dönüş günü geldiğinde şaşırdım kaldım. Bizim Adnan Menderes Havalimanı’nın güzelliklerini ve özelliklerini taşıyan TAV tarafından inşa edilmiş pırıl pırıl bir havalimanından uçup döndük İzmir’e… Yani iki yüz yılı bir arada yaşadım gibi oldu. Gelirken 1950’li bir ortam dönüşte ise 21. Yüzyıldan hareket hoş oldu doğrusu.
8 Eylül kurtuluş şenlikleri
Üsküp’te bir gece kaldık. 8 Eylül Makedonya’nın özgürlüğe kavuştuğu ve cumhuriyetin 20. yılını kutladığı gündü. Kurucuları Büyük İskender’in devasa boyuttaki at üzerindeki heykeli meydanı süslemiş. Heykele müzik eşliğinde su ve ışık oyunları da eklenince ortaya müthiş bir görsel güzellik çıkmış. Meydanın çevresini ise ülkenin kalkınmasında bilgisiyle, sanatıyla, kalemiyle emek vermiş kişilerin yine dev boyuttaki heykellerini yerleştirmişler. Üsküp yeni bir meydan ve yeni bir kimlik kazanmış.
Bir yanı eski bir yanı yeni
Mimar Sinan tarafından 500 yıl önce yapılan taş köprünün bir tarafı Türk Çarşısı. Çarşıya girdiğiniz anda Türkiye’nin 1950’li yıllarını yansıtan bir kartpostalın içinde buluyor insan kendini. Eski kahvehaneler, eski sokaklar, eski binalar, camiler, işportacılar, seyyar satıcılar, Türkçe konuşan insanlar, türbanlı kızlar ve kadınlar. Taş köprünün diğer tarafında ise Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi ve eğlence merkezi yan sokakları havasını yaşıyor insan. Her ikisi de güzel. Vardar Nehri’nin üzerindeki taş köprünün bir benzerini yapmaya çalışıyorlar birkaç yüz metre ötesine; iddialı gibi ama eskisi kadar cazibeli görünmüyor. Kentin içi kestane ve ceviz ağaçları ile kaplanmış. Her kaldırım her sokak ve her caddede ağaçlar sıralı ve adım başı heykeller var. Umarım teknoloji ileride bunları yutup yok etmez.
Çan ve ezan sesi bir arada
Üsküp’de bir yanda çan sesi bir yanda ezan sesi dinledik. Bizim esas keyif aldığımız iki merkez vardı bu gezide Ohrid ve Manastır. Ohrid şehri Ohrid Gölü’nün kenarında kurulmuş. Balıkçı lokantaları ve lüks otelleri ile tam bir sahil kenti. Ohrid Gölü’nün bir ucu da Arnavutluk’a kadar uzanıyor. Ohrid Gölü Unesco tarafından dünya mirası listesine dahil edilmiş. Safranbolu evlerinin benzeri evleri gölden kaleye kadar uzanıyor, sahilde insanlar mayolarını giymiş yüzüyor, fırsatımız olmadığı için bu keyfi yaşayamadık. Göl kenarında bir balıkçı lokantasında balık yedik. Rakıyı da Türkiye’den getirmiştik, rica ettik içmemize izin verdiler, keyifli bir akşam yaşadık.
Benzer izler taşıyor
Çarşı’da gezerken Ayvalık, Çeşme ve Alaçatı’dan izler buluyor insan. Finali Türk kahvesinde yaptık. Ohrid; kırmızı kiremitli çatılı evleri, sıcakkanlı insanları ile geleceği parlak muhteşem bir sahil kenti. Ve bir ilk daha yaşadık. Coğrafya okurken hep şunu bilirdik. Nehirler, dereler ve çaylar akar gölleri oluşturur. Ama Strugea’da tam tersi olmuş. Ohrid Gölü’nden dönen sular bu kez bir nehir oluşturmuş ve bu nehir kenti baştan başa geçerken bölgeye can suyu olmuş. Nehrin çevresinde ise Eskişehir’deki gibi lokanta ve kafeteryalar sıralanmış, gençler cıvıl cıvıl… Bizi burada Strugea Belediyesi’nin Arnavut kökenli ve iyi derecede Türkçe konuşan başkan yardımcısı Mümin Bayraktar ağırladı eşiyle birlikte…
Bitola mı, Manastır mı?
Üçüncü günümüzü Bitola’da geçirdik. Yani eski adıyla Manastır. Türklerin en yoğun olduğu bölge. Camilerinden hala çok kısık da olsa ezan sesleri duyulan sadece gençlerin ve yaşlıların sokaklarında dolaştığı bir kent Manastır. . Orta yaştaki grup Avrupa’da çalıştığı için sokaklar gençlere ve yaşlılara kalmış. Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin benzeri tarihi yapıların dimdik ayakta durduğu bir cadde üzerinde butik bir otelde konakladık. Ertesi gün 20. Yıl kutlama şenlikleri nedeniyle tatil olduğu için gençler sabahlara kadar şarkı söyledi ve eğlendi. Sabah da şenlikler başladığı saatlerde biz davetli olduğumuz Kavadarci kentine hareket ettik.
Şarap diyarı Tikveş bölgesi
Dört gece kaldığımız bu şehirde sanki insanlar hiç uyumuyor. Tabi gençlerden söz ediyoruz. Sabah geç vakitlere kadar eğleniyorlar. Büyük bir caddeleri var ve bu cadde üzerinde sohbet ederek gelip gidiyorlar. Kent içinde Vardar nehrinin kenarındaki parkta ise dört gün boyunca mangallar yandı. Köfteler pişirildi Makedonya’ya özgü rakılar ve muhteşem şarapları içildi. İkinci gece tüm Kavadarci halkının katıldığı şenlikler başladı. Gençler çeşitli kılıklara girmiş hünerlerini sundular. Müzik eşliğinde gece geç saatlere kadar devam eden şenliklere Brezilya’dan gelen Samba grubunun gösterileri damgasını vurdu. Grubun gösterileri gece yarısından sonra da meydanda devam etti.
Tam bir konuksever
Kavadarci Belediye Başkanı Aleksandar Panov bir başkan yardımcısı ve bir belediye meclis üyesini bizimle ilgilenmesi için görevlendirdi. Vesna Koceva ve Violeta Naumovska eşleriyle birlikte bizi hiç yalnız bırakmadılar. Beyaz et ve sebze ile yaşamını sürdüren biri olarak 50 yıllık yaşamımda yemediğim kadar et ve köfteyi yemek zorunda kaldım. Lezzetliydi ama mutfakta et kültürü ağırlıkta. Bir de salataları çok lezzetli peynir eşliğinde gelen salata tabağının içinde mis gibi domates, salatalık, lahana, havuç, marul ve pancar kıyılmış olarak sunuluyor üzerine zeytinyağı ve aromalı limon da eklenince tadına doyum olmuyor. Tabi yanında Tikveş bölgesinin ünlü şarapları da yudumlanınca, damaktaki tadı anlatacak kelime bulamıyor insan. Tikveş bölgesinin en büyük şarap mahzenlerine indik. Meşe fıçılardan dinlenmiş kırmızı şarap içtik. Fermante olmamış üzüm suyunun ise tadına doyamadık.
Öyküleriyle büyüdüğüm İştip
Gezinin benim için en ilginç olan tarafı ise yıllardır öykülerini dinlediğim dedemlerin doğup büyüdüğü İştip’de yaşadıklarımdı. Anneannem anlatırdı; “Babamı ve ağabeylerimi Bulgarlar öldürdü” diye. Yıllarca bir arada yaşayan Bulgar gençler ağabeyini yemeğe davet etmiş. Arif dayım iyi niyetle daveti kabul etmiş. Bulgar gençler dayıma yemekten sonra tuzak kurmuşlar. Derisini yüzmüşler ve evin önüne bırakmışlar dayıyı. Büyük dedem hemen bir dana kesmiş ve derisini dayımın vücuduna sarmış. Birkaç gün derinin içinde acı içinde kıvranan ve inleyen dayı dayanamamış ve göçüp gitmiş. Bu ve buna benzer çok öykü dinledim. Veteriner Hacı Elmas Aga ise yine Balkan Savaşı’nın patlak vermeye başladığı günlerde bir Bulgar askerinin tüfeğinden çıkan kurşun ile yaşamını yitirmiş ve göç etmek artık kaçınılmaz olmuş. Bu duyguların ardından büyük dedemin yattığı Osmanlı mezarlığını buldum. Taşların üzerinde isim yok ama bu benim dedemin mezarı dediğim bir taşın başında o günleri düşündüm. Bu topraklarda yaşayan Türklerin, Osmanlının son dönemlerinde çektikleri acıları ve sıkıntıları düşündüm.
Biz bir saatte geldik gittik ama onlar aylarca yürüdüler
Bir saatte uçak ile geldiğimiz bu ülkeden atalarımız kaçarken aylarca süren yürüyüşün ardından neler yaşadıklarını aklımdan geçirdim. Ancak şunu gördüm ki, Mekadon halkı Türkleri çok seviyor. Yaklaşık 600 yıl bir arada yaşamışlar ve birbirlerine hiç zarar vermemişler. Ülkeyi istila eden Bulgaristan ve Yunanistan isimleri geçtiğinde ise hiç de olumlu sözler çıkmıyor ağızlarından. Yedi gece geçirdiğimiz Makedonya’da Mustafa Kemal Atatürk’ün padişahtan gizlendiği köy evini de bulduk. Bu öyküyü ayrıca önümüzdeki sayıda çok özel olarak anlatmak istiyorum.
isikteoman@gmail.com
|