ISSN 1308-8483
YAPAY HAYATLAR / Sedat YALÇIN
Sedat YALÇIN    
  Yayın Tarihi: 6.1.2009    


YAPAY HAYATLAR

(M.Akif Ersoy’u bile kendinden utandıran...)

Tüm yaşantımız hep başka kişilere yönelik sanki. Kendimize başkalarının gözü ile bakıyoruz. Kişiliğimiz adeta başkalarının bakış açısı ile değerleniyor. Başkalarının gözündeki değerimiz her şeyden daha önemli. Başkalarının gözünde saygınlığımız önemlidir; ancak ondan daha önemli olan kendi kendimize olan saygımızdır. Kendimize olan saygımızı yitirdiğimiz zaman, işte o zaman, yıkılırız. Ne yazık ki başkalarının gözünde saygın olabilmek için kendimizden çoğu zaman vazgeçiyoruz. Sanki iki yaşantımız var. Gerçek ve yapay.

Çevremizdekilere, hatta ailemizdekilere dahi, yapay yaşantı şeklimizle görünmeye çalışıyoruz. Tamamen yansız olarak bakalım bir an yaptıklarımıza, söylediklerimize. Adeta çift kişilik taşıyoruz. Çevremizdekilerin gözünde değerli olabilmek adına kendi değerlerimizden, inandıklarımızdan ne kadar kolay vazgeçebiliyoruz. Toplum içerisinde yaşıyoruz. Gayet tabii ki herkesle ilişki içerisinde bulunacağız. İlişkilerimizde kendi gerçek kişiliğimizle, yapmacıksız, sahte davranışlar ve sözler olmadan, sadece kendi gerçek halimizle neden görünmüyoruz çevremize. Başkalarının gözündeki değerimiz adeta bizim varlık nedenimiz. Başkaları tarafından takdir edilmek tabii ki güzel bir şey. Bu takdirin yapay kişiliğimize yapılması bize ne kazandırır. Herkesi kandırabiliriz ama kendi kendimizi asla kandıramayız. İçimizde bir yerlerde bir boşluk, hiçlik duygusu, bir gerilim, hep bir huzursuzluk yatar durur. Gerçek anlamda hayattan tat almayız. Belki de mutsuzluğumuzun, stres içindeki yaşantımızın kaynağı bu. Hep diken üzerindeyiz. Çünkü yapay olan tüm yaşantımız çok dikkatli olmamızı gerektirir. En ufak bir dikkatsizlik gerçek kimliğimizin açığa çıkmasına neden olur. Asırlar öncesinden Mevlana da bu hususa gönderme yapmıyor mu; ”Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerekten.

Mehmet Akif de bir şiirinde aynı konuyu işlemiyor mu?

Resmim İçin

Dış yüzüm öyle ağardıkça ağarmakta, fakat,
Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası!
Beni kendimden utandırdı, hakikat şimdi,
Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası!


Çevremizden hep ilgi görmek isteriz.İnsanın çevresindeki insanlardan ilgi görmesi gayet tabi ki hoş bir olgu. Aslında bu ilgi görmenin temelinde de yukarıda bahsettiğimiz yapay yaşantımızın olduğu yatar. Çevremizde ne kadar çok insan olursa, ne kadar çok aranırsak o kadar başarılıdır yapay yaşantımız. Çevremizdekilerin sayısı bizim değerimizin bir ölçütüdür. Bu sayı ne kadar çok ise yapay kişiliğimiz o kadar mutlu olur. Bunun için çok acımasızca davranışlar dahi sergileyebiliriz. Başkalarının ilgisini üzerinde toplamak için her şeyi yapmaya hazırdır.

Hastalık çevrenin ilgisini üzerinde toplamanın çok güzel bir yoludur. Gerek kendimizin gerekse ailemizin veya yakınlarımızın hastalığını çevremize duyurmak birinci görevimizdir. Amaç çevremizdekilerin bizi araması, bize ilgi göstermesini sağlamaktır. Herkes hasta olabilir. Kendimizin veya ailemizin hastalığını çevreye duyurmanın ne gibi amacı olabilir. Eğer bizim hastalığımız sırasında gerek maddi gerekse manevi desteğe ihtiyacımız varsa dostumuzu arayıp yardım talebinde bulunabiliriz. Bu dostumuz bize yardım edebilir. Yok eğer edemezse o zaman başka bir dostumuzu arayıp durumu ona açabiliriz. Ama her şeyde olduğu gibi burada da yapmacık, sahte davranış düşüncemiz devreye girer. Bize der ki; “sen niye arıyorsun bırak onlar arasın, onlar sana yardım teklif etsin”. Hastalığımızı herkese duyurmanın bir nedeni de bu yaklaşım tarzı olabilir. Bir diğer nedeni ise; rahatsızlığımın benim bulunmadığım ortamlarda söz konusu edilerek adımın unutulmamasını sağlamaya yöneliktir. Adet yerini bulsun diye arayarak ilgi göstermeleri bizi memnun eder, çünkü adımızın unutulmadığının bir göstergesidir. Bizi ne kadar çok kişi ararsa o kadar değerli olduğumuzu düşünürüz. Beni kötü zamanımda arayan benim gerçek dostumdur deriz hep. Benim eğer gerçek dostum varsa; ihtiyaç duyduğum anda benim ilk aramam gereken kişi de odur. Eğer ben o kişiyi aramaktan çekiniyorsam, karşı taraftan talep bekliyorsam, o kişi benim gerçek dostum değildir. Bu nedenle çevreden laf olsun diye beni aramalarının bir anlamı yoktur. Hatta hastalık sırasında veya sonrasında beni arayıp geçmiş olsun demeyenlerin çetelesini tutarız. Bu bile olayı ne kadar trajikomik bir hale getirdiğimizin göstergesi değil midir?

Aynı şekilde ilgi çekmenin diğer acımasız bir yönü de ölüm gibi bir olayı dahi kullanmamızdır. Ölüm muhakkaktır ki acı verici bir olaydır. Ateş düştüğü yeri yakar sözü son derece doğrudur. Üzülmemek elde değildir. İnsanlar böyle zamanlarda çevrelerinde insan kalabalığı toplanmasını ister. Acı paylaşıldıkça azalır derler. Vah vahçıların fazlalığı acıyı azaltmaz. Tam tersi artırmaz mı? Çevremizde hep ağlayan, sızlanan, insanların mevcudiyeti beni şahsen rahatsız eder. Eski dönemlerde cenazelerde ağlayıcı, feryad edici, üstünü başını paralayarak ölüm evinde yasa iştirak eden para ile tutulmuş bu işi profesyonelce yapan gurupların olduğu hepimizce malumdur. İster para ile tutulmuş olsun, ister etraftan, çevreden toplanmış kalabalık olsun acıyı azalttığını söylemek ne derece doğrudur. Belki de eskiden para ile tutulan vah vahçıların yerini günümüzde “aman etraftan ne derler” diye gelmiş insan kalabalığı almış olmasın! Etrafta ne kadar fazla kalabalık toplayabilirsek bizim toplum içerisindeki değerimizin o kadar fazla olduğunun bir göstergesi yanılgısına düşeriz. Bunu da her fırsatta “duyan geldi, duyan geldi iğne atsan yere düşmezdi, o kadar kalabalıktı“ diyerek bir nevi övünme vesilesi yaparız. Bu gizli övünmeye de acının azaltılması olarak kulp takarız.

Bir yakınımızı (anne-baba-akraba..vs) başka bir kentte kaybedebiliriz. Biz bu kente gidip geldikten sonra bulunduğumuz yerde hemen yayına başlarız. İlk görevimiz yayın işidir. Sonra oturup başsağlığı mesajları bekleriz; telefonla veya ziyaretlerle. Bizi kimlerin arayıp aramadıklarını da bir güzel not ederiz. Amaç acının paylaşılması değil, çevrenin ilgisini üzerimizde toplayabilmektir.

Bu şekilde davranmak geleneklerimizdendir diyebiliriz. Tüm gelenekleri doğru olarak kabul etmek sanırım gerçekçi olamaz. İnsan fani bir varlıktır. Her canlı ölümü tadacaktır ayeti insanımızı pek ilgilendirmemekte/bağlamamaktadır. Çünkü gelenekler ve çevre daha önemlidir bizim için. Ölüm olayı tarafımızdan kolay kolay bitirilmez. Her fırsatta etraftan başsağlığı dilekleri almak isteriz. Bu süre ne kadar uzun olursa bizim için o kadar iyidir. Hala hatırlanıyoruzdur çünkü. Halbuki acının sürekli hatırlatılması değil midir başsağlığı dilemeleri. Hatta kimlerin başsağlığı dilemediklerinin çetelesi de aynı hastalıkta olduğu gibi tutulur. Sadece bu husus bile ölüm olayının nasıl tarafımızdan kullanıldığının bir göstergesi değil midir? Ateşin düştüğü yeri yaktığı vecizesi doğrultusunda kendi acımızı yaşamalıyız. Kendi acımıza zorla başkalarını ortak etmek ne derece doğrudur. Zorla kelimesini bilinçli olarak kullanıyorum. Gelenek, görenek, çevre baskısı adına ne derseniz deyin insanları içten duymadıkları acıyı, sanki hissedermiş, duyarmış gibi göstermelerini istemek bir nevi zorlamadır.

Şunu söyleyebiliriz. Ben üzülürken başkaları mutlu olmamalı. Onlar da içten üzülmese bile şeklen de olsa benim üzüntüme katılsın. Ben üzüntülü iken başkalarının mutlu, sevinçli olmasına dayanamam. Bu bir saygı belirtisi diyebilirsiniz. Aslında herkesin üzüntüsünün yüzeysel olduğunun bilincindeyizdir. Bizimle birlikte olduğu zaman süresince yapmacık bir mahsunlaşma ifadesi takınıldığını da biliyoruzdur. Yanımızdan ayrıldığı anda kişilerin zihninde en ufak bir üzüntü belirtisinin de kalmadığını aslında bilir iç dünyamız. Ama olsun zihnimiz bizi aldatmaya devam eder. Eğer bu tarz bir yaklaşım arzulanıyor ise ölüm ve hastalık olayını etrafa yaymak faydalıdır diyebiliriz.

Sonuç olarak ilişkilerimizde yapmacık sahte parlak bir imaj bırakmak yerine daha sade ama içten, sadece kendimize ait olan, kabullenici, gösterişten uzak daha basit bir görünüm sergilesek daha huzurlu olamaz mıyız? M.Akif’i bile kendinden utandıran “Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası” yerine içi dışı bir, Mevlana’nın deyişiyle “olduğu gibi görünen” bir insan olmak daha anlamlı değil midir?

Belki çevremizde daha az insan bulunur. Çevremizde az ama gerçek dostlarımız olması bizi daha mutlu etmez mi? Ne dersiniz ?


Sedat YALÇIN

syalcin50@yahoo.com


1594











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)