ISSN 1308-8483
MÜLAKAT / Tarık Dursun K.
  Yayın Tarihi: 14.9.2009    


MÜLAKAT

"Hayır, evli değilim efendim; evliydim, eşimle anlaşarak boşandık (Birbirimizi severdik, sevişerek evlenmiştik. Aynı fakültede okuyorduk ikimiz de; ben, bir sınıf ilerdeydim ondan, yaşlarımız aynıydı, o, üniversite giriş sınavlarında bir yıl beklemiş; başaramamış ilk yıl, ikinci yıl bizim fakülteyi tutturmuş).

Evet, bu şehre yeni geldim. Zor tabii, sonra sonra insan alışıyor. Ama, bir süre efendim. Alışmaya çalışıyorum ben de.

Çocuk istemedik başlangıçta. (Çocukları çok severim, ben. Sizin çocuğunuz var mı?) İkimiz de istemedik. (Güneş niye bu odada dışardakinden daha çok, niye bu kadar keskin? Gözümü aldı. Güneşli havalardan nefret ederim. Güneş oldu mu, bizi avluya çıkarırlardı hava aldırmaya. Yakınlarımızda bir yerde bir çocuk bahçesi vardı; dışardaki ilk günümde gittim, baktım, ordan biliyorum, hep sesleri gelirdi bize kadar. Karım, iki ya da üç ay sonra benden, bizimkini aldırmıştı. Bir kaza eseriydi zaten, iyi korunamamıştık. Bir görüşme gününde sordu bana; o zamanlar mahkememiz sonuçlanmamıştı, ne olacağımı ben de bilmiyordum. 'Aldırmak istiyorum' demişti. 'Sen istiyorsan, peki' demiştim. Hiç başına gelmemişti, bilmiyordu. Ben de bilmiyordum. 'Nasıl yapacaksın?' dedim. Teyzesinin kızı İclal'in tanıdığı yaşlı bir doktor varmış. İclal'in birçok arkadaşı ona gitmişlermiş, 'Ona gideceğiz" dedi. Bunları konuşurken yüzüne bakıyordum ben, o bakmıyordu bana; gözleri ellerinde, cilasız tırnaklarındaydı, acı çekiyor diye düşünmüştüm.)

Peki, bir kahve olsun efendim. Şekersiz. Dokunmuyor da... öyle alıştım herhalde (iki hafta görünmedi. Adımın görüşmeciler listesinde okunmasını iki hafta boşuna bekledim. İki hafta, iki görüşme günü, sabah erkenden kalktım, soğuk suyla tıraş oldum. Saçlarım yeni uzamaya başlamıştı, parmaklarımla onları taradım. Aynada gözlerime baktım. Bir sarılık gelmiş oturmuştu. Ürkütebilir onu diye düşündüm, ılık çayla banyo yaptım, aklarındaki sarılığı yok etmeye çalıştım. Garip bir şeydi bu, çok garip bir şeydi. Hep o alacakaranlığa, koğuşun eskimiş loşluğuna bakmaktan akların parlaklığı yerini o sanlığa bırakmıştı. Öbürlerinin de gözlerinin akları sararmıştı. Öğleye kadar bekledim: Kapıya bitişik Alirıza'nın ranzasında oturup bekledim. Herkesi çağırdılar, herkesin ziyaretçisi geldi; herkes gitti ziyaretçisiyle görüştü, döndü sonra. Ben kaldım. Bana dokunmadılar. Yanımdan beni görmezlere getirip sürünmeme-ye de çalışarak, hepsinin başları yukarda, öyle geçtiler, ranzalarına çıktılar, oturdular. Üçüncü haftasına geldi. Solmuştu, boyasızdı, saçları keçeleşmişti. 'Aldırdım' dedi, ben sormadan. Aldırmış. Çok kanama olmuş, dindirememişler. 'Doktor korktu, İclal korktu, annem korktu. Evde, on gün yattım' dedi. İclal günaşırı gelmiş, yoklamış. 'Oğlanmış' dedi. Onu severdim, üzülsün istemezdim. Hiç kavga etmedik. Ağabeyimlere gitmişler; İclal, eniştesi, annesi, o. Ağabeyim hiç sesini çıkarmadan dinlemiş. Öyle dedi. 'Dinledi. Ne haklısınız dedi bize, ne haksızsınız' İclal'le eniştesi konuşmuşlar, o konuşmamış, susmuş. Ağabeyim dönmüş ona, ‘Sen öyle istiyorsan...’ demiş. Ziyaretime geldi, bana anlattı, istiyor' dedi. 'Sen de üstüne gitme, bırak yakasını kızın. Anlaşın. Çocuk da çıktı aradan artık' dedi. Hep o konuştu, ben dinledim. Bir ara durdu, yorulmuştu konuşmaktan. 'Sen ne diyorsun?' diye sordu. 'Sen, her hafta gelecek misin bana?' diye sordum ben de ona. 'Buraya mı?' dedi. 'Buraya, evet' dedim.)

Biz, ailecek buralı sayılıyoruz efendim. Babam, memuriyetle ayrılmış, ben Ankara'da doğmuşum. Seyrek gelirdik buraya, hele babamın annesi öldükten sonra hiç gelmedik. Seyrek gelirdik, evet! (Geriye hiçbir şey kalmamış ki! istasyonların adlarını bile değiştirmişler; babamın çocukluğunda Tomaza imiş, sonra Hacı-hüseyinler yapmışlar, şimdi de Şemikler diyorlar. Tren yolunun iki yakası mandalina bahçeleriydi. Bakla tarlaları Papaz Köyüne kadar uzanırdı. Denize yakın yerler bataklıktı, kargılıktı hep. Papaz Köyünde balıkçı sandalları kıyıya çekili dururdu, kahvede, çardak altında balıkçılar ağ onarırlardı; büyük dayımla küçük İsmail dayım balıkçıydılar. Büyük dayım saralıydı, denizde kaybolmuş. Küçük dayım sabahları balık satardı; sesini duyardım o gelişlerimizde: Papaz'dan kolunda kargı sepeti, sepetin içi iri Çeşme barbunları, körfez kefalları, orta lidakiler, kocaman gözlü çipuralarla dolu olurdu. Bahçelerin içinden kestirme yapar, Bostanlıköy'ün istasyonuna, ordan da Dedebaşı'na çıkardı.)

Tabii, kendimi alıştırmaya çalışıyorum efendim. Babamdan kalan, Bostanlı'da bir bodrum katı var, ağabeyim geleceğime yakın kiracıyı tahliye ettirmişti, ordayım şimdi. Bir hafta uğraştım, badana, ettim bütün odalarını. Pencere pervazlarını tek tek boyadım. Odalar hâlâ boya kokuyor. (Boya kokusu, insanı sarhoş eden bir koku aslında, hiç bilmezdim. Unutmuşum da boya kokusunu. Birçok kokuyu unutmuşum. Ne nasıl kokar, şimdi yeni yeni hatırlıyorum. Salı günü, evvelsi gün, kırlara çıktım yürüye yürüye. Eski bahçelerin yerlerine yapılmış beton apartmanların aralarından geçtim. Büyük Çiğli'den Tuzla'ya doğru gittim. Yarı yoldan döndüm, Ulucak'a çıktım. Tuğla fabrikası bir tepeciğin eteklerine kurulmuştu, tepeyi oya oya kıpkırmızı yapmışlardı. Öbür yakasında kimselerin bilmediği, farkına varmadığı bir küçük vadicik buldum. Camcılarda çerçevelenmiş alıcı bekleyen yoz manzaralar gibiydi tıpkı. Ortasından bir dere akıyordu, dere boyunca söğüt ağaçları sıralanmıştı. Uzakta bir de koyun ağılı gördüm. Her yer yemyeşil otlarla kaplıydı, aralarında papatyalar bitmişti, birkaç da gelincik vardı. Dizüstü çöktüm otlara, papatyalardan topladım, gelinciklerden yalnızca üç tane kopardım. Birini elimde ezdim gelinciklerden, acı bir koku çıktı, parmaklarım yapış yapış oldu. Papatyaları da ezdim avcumda, kokladım. Tanımadığım bir kokuydu bu. Yürüdüm, ağaçların altına geldim, oturdum, sırtımı verdim birinin gövdesine. İncecik yapraklıydılar, dalları eğilmişti, çakımla küçük bir dal kestim, kabuğunu çizip soydum. Taze bir kokusu vardı onun da. Derenin de kokusu vardı. Uzun uzun soludum bu kokuları. Hatırlamaya çalıştım; dere nasıl kokardı eskiden, papatyalar nasıl kokarlardı, gelinciklerin kokusu neydi, ezilen yabani otlardan nasıl bir koku gelirdi insanın burnuna? Hatırlamaya çalıştım bunları.)

Evet, epeyi bir zaman geçti, efendim. Zamanla, tabii, olabilir diyorum ben de. (Olabilir mi gerçekten? Ne olabilir ki? Bu şehre, o bodrum katına, odalara, akan musluklara, rezervuarlı tuvalete, şofbene, buzdolabına, yorgana, soğuk, beyaz keten çarşaflara, düğmesini çevirince kapanan elektriğe, sokak kapısına, dilediğim zaman dışarı çıkmaya, sokaklarda gezmeye, dolmuşa binmeye, vapur iskelesine kadar geze geze gitmeye, istasyon kahvesinde oturup adaçayı içmeye, gazete almaya, ayakkabı boyatmaya, güneşli bir günde evde kalmaya, istediğin istasyonu bulmak için radyoyu saatlerce karıştırmaya, minibüse binip Urla'ya katmer yemeye, yağmurda şemsiye elinde limana uzanıp yabancı vapurların yük almalarını istediği kadar seyretmeye alışabilir mi hemen insan? Zamanla, tabii, evet! Niçin evde çok oda var? Niçin odalar koğuş kadar büyük değil, peki? Elektriği nasıl oluyor da ben istediğim zaman söndürebiliyorum, ben istediğim zaman yakabiliyorum? Şofbeni ne zaman istersem yakabilirim, öyle mi? Sıcak suyu istediğim zaman açabilir, altına girebilir, gönlümün çektiğince, istersem sabahtan akşama, istersem akşamdan sabaha kadar yıkanabilir, keselenebilir miyim artık? Kapalı bir yerde tuvaletimi yapabilir miyim, taretlenebilir miyim? Ah, sokağa çıkmak, evet. Elimde, üstelik şemsiyem de, öyle mi? Yağmuru artık sesinden değil, ayaklarıma, pantolon paçalarıma, ellerime, yüzüme, şemsiyemin üstüne yağarken görüp tanıyacağım, öyle mi? Ne kadar, nereye kadar yürüyebilirim? İstasyona kadar gidebilir miyim? Tren yolunu izler, küçük tantanların yakınından geçer, istasyon kahvesine çıkarım; bir masaya otururum, Alaşehir Oturayı’nı beklerim, belki bir limonlu adaçayı da içerim. Trenleri seyretmek hoşuma gidiyor. Çocukken de hoşuma giderdi. Ama şimdiki trenler başka. Renkleri bile başka. Lokomotifleri dizel hepsinin. Sesleri başka bir tren sesi onlarda. Solumuyorlar, buhar koyvermiyorlar. Çoğu yük çekiyor. Eskiden herkes trene binerdi, şimdi binmiyorlar; otobüs var, minibüs var, daha çabuk gidiyor, kimse sevmiyor treni. Issız dağ başı istasyonları, kırmızı şapkalı istasyon şefleri, o kısacık durmalarda yolcuların ellerinde şişelerle istasyon çeşmesine bir koşu su doldurmaları, sonra dara dar yine bir koşu trenin vagon basamaklarına atlamaları, pencerelerden sarkan yolcular; kenarında yazan 'pencereden sarkmak memnudur' yazıları, tuvaletlerindeki 'istimalden sonra kolu çekiniz' ihtarı, koridorlarda gezinen Aksekili esansçılar, Kuranı Kerimler, resimli hikâyeler, yeni çıkan halk şarkıları, üzümlü kurabiye, buz gibi ayran satanlar hâla var mı acaba? Onları çok özledim. Onları da tık soluk rampa çıkarken lokomotifin ikide bir rayda kaymasını da, öksüz demir köprüleri de, kireç ocaklarını da, kara topraklı sürülmüş ya da ekilmiş tarlaları da, nadasa bırakılmışlarını da, yangına verilmiş hasat sonrası ayçiçeğinden artakalan uçuk kül kalıntılarını da, karga sürülerini de, hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden telgraf tellerini de çok özledim ben.)

Hiç hastalık geçirmedim. efendim. (Bir ara. bir gece yarısıydı, ağzımdan taslar dolusu kan gelmişti, acele revire kaldırmışlardı, ülsermişim. Ameliyat etmediler, buz yutturdular, ilaç verdiler. Mevsim dönüşlerinde, midem, dayanamayacağım kadar çok ağrıdı.)

Çok az içiyorum, efendim. Birkaç kez bırakmayı düşündüm, biraz da. Ama, işte, şimdi daha az içiyorum, eskiden çok içerdim. (Saçların kokuyor, derdi; saçlarım, soluğum kokuyormuş. Elbiselerim de. Yatmadan önce dişlerimi naneli macunlarla fırçalardım, koksun diye köpürmüş macunu tükürmez, yutardım. Uzun süre dişlerimi fırçalamayı bıraktım. Yeniden başladım. Kanıyor dişetlerim. Dilimle dişlerimi yokluyorum, kayganlıkları içimi bir hoş ediyor. Alışacağım, buna da alışacağım. Ama yalnızlığa alışamadım.)

Şimdilik evlenmeyi düşünmüyorum efendim. (Ama o evlendi. Niçin evlenmeyecekti? Beni beklememeliydi, beklemedi, evlendi. Fakülteyi bitirmiş, avukatlık stajını yaptığı avukatla evlenmişler, ağabeyim söyledi bir gelişinde. Söylemeyecekti, ben zorladım, öyle söyledi. Onun için o şehirde kalmadım. Çok büyük bir şehirdi, biliyordum, her birimiz bir taraftaydık, yine de günlerden bir gün vapurda, otobüste, tünelde, sahil yolunda, garajlarda, bir çay bahçesinde, parkın birinde, bir müzede, Migros’ta, köprüyü geçerken, sahaflarda, Sirkeci'de birden karşılaşıverir miydik? Kalabalık arasında, göz göze gelir miydik; önce göz göze, farkına bile varmadan, ansızın, hiç beklemediğimiz bir anda oluverir miydi bu? Başıma gelmedi de bilmiyorum ben. Konuşur muyduk? Konuşur muydu benimle? Ne derdik birbirimize? 'Nasılsın?', İyiyim, sen nasılsın?' Niçin zayıflamış, gözlerinin altı torbalaşmış olarak bulacağımı sanıyorum onu hep? 'Zayıflamışsın galiba!, 'Evet, biraz. Çok dikkat ediyorum ama, yine de., işte...' Böyle bir durumda başka ne söylenebilir, neler söyleyebilir insan karşısındakine? Elindeki yüzük parlar, göreyim diye o yüzüklü eliyle alnına inmiş saçlarını tarar, bakışlarını kaçırır. Susarız. 'Çok oldu mu evleneli?' diye soramam, o da 'Sen de evlendin mi benim gibi?' diye soramaz bana. Geride kendisiyle ilgili hiçbir şey bırakmamıştı giderken. Bir mendil, bir kombinezon eskisi, bir kaçık tek çorap... Hiç, hiçbir şey! Boşalmış bir ruj tüpüne bile razıydım, bilmiyordu bunu, alır, saklardım, ellerinin izini arardım; dudakları değmişti diyerek ağzını öperdim, uğurum olsun deyip cebimde gezdirirdim. 'Çok oldu mu?', 'Oldu, evet', ‘Ama şimdi bitti, değil mi?’, 'Evet, şimdi bitti', 'Burada kalıp...', 'Hayır, gideceğim', 'Öyle mi, nereye gitmeyi düşünüyorsun?', 'Bilmiyorum. Bir yerlere işte', 'Evet, anlıyorum, senin için burası artık..', 'Değişiklik olur diye de düşünüyorum', Tabii, değişiklik olur senin için. Elini uzattığında derisindeki soğukluğu duyarım. İkimizin de elleri soğuktur. 'Bana bir şey söyle'. Bana bir şey söylesin diye beklerim. Elini çeker, İyilikler' der. Kötü bir dilek, benim için kötü. 'Sana da!'. Ayrılırız. O yoluna gider, ben yoluma giderim.)

Evet efendim, talepnamemde de yazdım, o maaşı istiyorum. Evet, adresimi de yazdım. Evet, o iki kişiden de sorulabilirim. Beklerim efendim, evet, hep o adresteyim; hep o adresteyim. Peki efendim, teşekkür ederim, çok teşekkür ederim."


Tarık Dursun K.



1702











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)