ISSN 1308-8483
Cansız Beden / Erol ÇINAR
Erol ÇINAR    
  Yayın Tarihi: 7.8.2010    


Cansız Beden

*12 Eylül 1980 darbesinden 7 gün önce
katledilen gencecik bir insanın, Osman Güngör’ün anısına


Körleşme yıllarıydı. Birçok şeyin kötürümleştiği günler. Kırım ve kıyımın her köşe başında pusu kurduğu zamanlar. Bir sokaktan diğerine kolayca gidemez, hatta bir gün önce geçtiğiniz sokağı, caddeyi bir gün sonra değiştirmek zorunda kalırdınız. Herkes birbirini kuşkuyla süzerken, kardeş kardeşi vuruyor, korku dört bir yanı kol geziyordu. Toplumsal paranoyanın yoğun yaşandığı, belirsizlik, bunaltı ve umutsuzluk yılları… Vakit 12 Eylül’ün hemen öncesi. Sözüm ona sonbahar gelmişti, ama hava sıcak mı sıcaktı. Yan yana dizilmiş binaları yalayarak süzülen güneş ışıkları gözleri kamaştırıyordu. Akşamüstü saatleri…

Ankara’nın kurulan ilk semtlerinden birinde, tatil döneminin bitmesiyle daha da kalabalıklaşan Fidan sokağı her zamanki günlerinden birini daha yaşıyor. Hacettepe Hastanesi arkasında, İnönü Stadyumu’nun paralelindeki bu eski sokakta birkaç kadın kaldırımın kıyısında oturmuş sohbet ederken neşeli kahkahaları sokağa eşlik ediyor. Çocuklar yollarda oyun oynamakta. Yaşamın keyifli anları kentin bu eski sokağına çoktan hakim olmuş. Daracık sokakta, karşı kapılara yakın bir yerden, yaşlı bir adam elinde simit tablası ile geçiyor. Birkaç çocuk, adamı durdurarak simit aldılar. O sırada sokağın aşağısından yukarı doğru elleri yiyecek paketleri ile dolu bir çift göründü. Çiftten kadın olanı, sokakta oturan kadınlara dönerek,

“Cebeci doğumevi neresi?” diye sordu.

Birbiriyle sohbetin bini bir para yapan kadınlardan biri lafa atladı.

“Yukarı doğru git, sola dön”
“Birinci sol mu?”

“Evet, yolun sonunda”

“Peki” dedi, çift. Ellerinde ağırlıklar sokağın sonuna doğru yürümeye başladılar. Apartmanın merdivenlerine ilişmiş bu iki kadın göz ucuyla çifti süzdüler. Diğerine göre yaşlı olanı gencin koluna “seni gidi seni” der gibi dokundu.

“Kız seninki ne yapıyor geceleri”

“Ne yapacak içiyor, zıbarıyor, ya sen sevgilini eve alıyor musun yine?”

“Almaz mıyım kız. O benim her şeyim”

“Seviyorsun değil mi abla?”

“Sevmek mi, tapıyorum kız ona” dedi.

İki kadının gizli bir şeyi konuşmanın yarattığı şuh kahkahaları sokağa yayıldı. Tam bu anda sokağın alt kısmından koltuğu altında ders kitapları ile bir genç köşeyi döndü. Üzerinde siyah renkli bir takım vardı. Ayakkabıları ve çorapları da siyahtı. Sanki bugün olacakları biliyor gibi matem rengini giymişti. Birden üç el silah sesi duyuldu. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken sokağın girişinde bu genç vücut yere düştü. Önce eli ensesine gitti, sonra da başı düştü.

Tarihin ilk cinayetinde Habil, Kabil’i öldürürken düşünmemiş mi idi acaba öldürmenin ne olduğunu? Düşünmez olur mu, hem de en ince detayına kadar. Düşünmese idi öldürmesi için bir gerekçesi olabilir miydi kardeşini? Ve Habil Kabil’i öldürünce ilk kan bulaştı insan soyuna. Yaşam sonraki yıllarda çoğu zaman kan tarlalarında büyüdü, kanlı tarlalarda serpildi. Bugün kan selinden bir damla yerde boylu boyunca yatan gencecik vücuda sıçradı. Ölüm ona köşe başında tuzak kurmuştu. Gencecik bir çocuktu. Onu sokağın köşesinde vurdular. Ölüsünü bırakıp gittiler. Biraz önce canlı ve gerçek olan şimdi yıkıntı idi yalnızca.

Sokakta bir an sessizlik oldu. Herkes silah sesinin geldiği yöne döndü, külçe gibi düşen vücuda, acıyı yansıtan çehreye. Ardından insanlar korku içinde dört bir yana doğru kaçışmaya başladılar. Kahkahalar yerini panik içindeki insanların bağırış, çağırışlarına bıraktı. Biraz önceki neşeli insanların ruhundan hiçbir coşku eseri kalmamıştı. Sokak kötü, elemli bir havaya bürünmüştü. Görülmemiş bir suskunluk egemendi. Yalnızca sokak ortasında top koşturan çocuklardan biri donakaldı. Ne yapacağını bilemedi. Kaçamadı. Birkaç saniye geçti. Üzerindeki şaşkınlığı attıktan sonra sokağın aşağı kısmına doğru koşmaya başladı. Zaman zaman karşılaştığında sohbet ettiği, tanıdığı insanlardan biri yerde yatıyordu. Yanına gitti. Yitik bir yaşamın yüzüne baktı. Ama geç kalmıştı. Eğildi, üzerine doğru. “Osman Ağbi” diyebildi. Ama cevap alamadı. Vurulan genç gözlerini çoktan kapamıştı.

Yaşadıkları böylesi bir gerçekle ilk kez yüzleştiriyordu çocuğu. On dört yaşındaki bu gencin dünyasında gerçekler daha filizlenmemişti. Sağ, sol sözcükleri ona yabancıydı. Taraf olma haline çok uzaktı. Varlık ve yokluk ikilemini ilk defa o gün derinden hissetti. O gün Fidan sokakta olanları, olup bitenleri içi burkularak izledi. Korkmuş ve tedirgindi. Acı, tasa, keder, korku hepsi birbirine karışmıştı.

Olay yerindeki herkes, olayın çok kısa bir sürede gerçekleştiğini, bir şey görmediğini söylüyordu. Görseler ne olacaktı ki. Birden dedikodu furyası başladı. Herkes aynı genci farklı farklı şekilde öldürüyordu. Herkesin en büyük ısrarı, kendi hikayesinin doğru olduğuydu. “Sokakların kulakları çoktur, ama hepsi aynı şeyi farklı duyarlar” dedi, oradan geçen yaşlı bir adam. Yavaş yavaş uzaklaştı üzüntüyle baktığı cansız bedenin yanından. Birazdan olay yeri inceleme biriminin arabası göründü. Birkaç polis indi içinden. Cesedi yerinden oynatmadılar. Savcı bekleniyordu. Bütün balkonlar dolmuştu. Birileri balkonda çekirdek çıtlayıp kabukları sokağa atıyor, biri akşamdan kalmış birasını yudumluyordu. Herkes ölüme şahit tutulmak hevesi taşıyor gibi yerdeki genç adam ile ilgili bilgilerini tazeliyordu. Sokağa yayılmış kan öbeği üzerine sinekler konmaya başlamıştı. Kaldırımdaki kan lekeleri dikkatsiz birkaç adamın ayakkabılarının tabanında, apartman merdivenlerine, ev önüne konan paspaslara, ayakkabılıklara taşınmaya çoktan başlanmıştı. Kimse ölen bir insanın kanını ayakkabısının tabanında taşımaktan şikayetçi de değildi.

Biraz önce kıkırdayan kadınlar da meraklarını yenemeyerek sokağın başına gelmişlerdi. Sevgilisinden bahseden kadın yerde yatan cesede eğildi. Yanındaki kadına dönerek;

“ Vah, zavallı çocuk gencecikmiş!” dedi.

Diğeri “Kaç yaşındaki, acaba?” diyerek konuşmayı sürdürdü.

“Bilmem, ama çok genç baksana”

Kadın aklından sevgilisinin siluetini geçirdi. Sevgilisinin yaşı yerde yatan genç kadar ya vardı ya yoktu. “Allah korusun” dedi, fısıldarcasına. Elini kulak memesine götürüp, aşağı çekti. Yanında bulunan direğe üç kez vurdu. Yanındaki genç kadının gözünden kaçmamıştı bu davranış. O da yağcılık yaparcasına aynı hareketi yaptı. Sonra ikisi beraber sokağın yukarısına doğru yürümeye başladılar.

Çocuk yerde yatan cesedin başında kalabalık arasında kendine bir yer edinmeye çalışıyordu ki, polis sert bir ifadeyle “Dağılın kardeşim, dağılın, seyredecek bir şey yok” diye bağırdı. Ama insanların dağılmaya niyetleri yoktu. Birkaç adım geri çekildiler, ama saf düzeni hiç değişmedi. Dağılmış sayfaları rüzgarla çevrilen bir kitap çocuğun dikkatini çekti. Lise 3 Matematik başlığı vardı kapağın üstünde.

Şimdi yerde yatan cansız bedenin sahibi ile yaptığı bir gün önceki konuşmaları hatırladı. “Şunu bir tut, sigaramı yakayım” diye çocuğa uzattığı kitaptı bu.

“ Ufff, Ne kadar kalın bir kitap bu” demişti çocuk hayretle.

“ Öyledir, matematik kitabı oğlum bu, integral, logaritma daha neler var neler, sen de liseye geldiğinde, elinden düşmeyecek bu kitap”

“Daha zaman var, liseye”

“Evet, ama zaman çok hızlı geçiyor. bak ben bu sene üniversite imtihanına gireceğim. Doktor olmak istiyorum” dedi genç adam.

Konuşmalar, sohbetler… Gelip geçti çocuğun aklından. Hüzünlendi. Ölümle ilk kez karşılaşması acı olmuştu. Tanıdığı, daha önce gördüğü, sesini duyduğu, sohbet ettiği birisini kaybetmenin yarattığı üzüntü hissi onu derinden sarsmıştı. Şiddet uygulayarak sonuçlanan ölümle ilk karşılaştıkları andan bu yana, ölüm düşüncesini gizlice içinde taşıdı. Ve o gün karar verdi. “Kaybettiğim insanları bir şekilde yaşatmaya devam etmeliyim” diye.

Şimdi yıllar önce gerçekleşen bu olayın her yıl dönümünde Fidan sokağın sonuna bırakılmış bir demet çiçek görürsünüz. Bu o dönemden arta kalan, onu hatırlamanın, o günlere duyulan öfkenin bir yansıması olarak.


Erol ÇINAR

erol.cinar@doruk.net.tr


1814











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)