ISSN 1308-8483
SÖYLEŞİ / Bedriye KORKANKORKMAZ
  Yayın Tarihi: 25.7.2011    


SÖYLEŞİ

Tümay Çobanoğlu: Edebiyat okurları, seni geçen yılsonunda yayımlanan “Yaşamak Çocuğum” adlı şiir kitabınla tanıdı. Bu isim; hayata, insana dair umutlar çağrıştırıyor hemen. Kitabın ilk şiiri olan “Yaşamak Çocuğum”u okumaya başladığımızda da, senin sevgiye, insanlığa, uygarlığa, bilime, görkemli adalete olan sarsılmaz inancını hissediyoruz. Bu inancı, umudu diri tutabilmek konusunda neler söylemek istersin?

Bedriye Korkankorkmaz: Sevgili Tümay, bu sorun beni çok duygulandırdı. Demek ki, şiirde kendimi ifade edebilmişim ki, sen hiçbir yanlış anlaşılmaya meydan bırakmadan bana bu soruyu soruyorsun. Bu duygu kendimi iyi hissetmemi sağladı. Yürekten teşekkür ederim. Benim kişiliğimi belirleyen en belirgin özellik insan sevgisi ile savaşçı yanımdır. İyiye, doğruya, güzelliklere olan sarsılmaz inancımdır. İnsanın çıkarları karşısında da onurlu bir duruş sergilemesi gerektiğini düşünüyorum. Sanatçı olmanın bana yüklediği insana dolayısıyla da insanlığa dair sorumluluğum her geçen gün değişen koşullara göre artıyor. Kendime yakın olmamın kendimi kazanmamın olmazsa olmasıdır bu sorumluluk duygum. Küçük hesaplara dayanan sadece bireyin çıkarlarını koruyan/ kollayan kazanımlara itibar etmiyorum. Savunduklarım ile yaşadıklarımın arasında mesafe olmadığını sınamamın yolu evrensel erdemlere olan inancımı diri tutmamdan geçiyor. Daha fazla insanlaşmak için kendi içimi/beynimi sürekli temizliyorum. Söz konusu sevgiye, insanlığa, uygarlığa, bilime, barışa, görkemli adalete… olan inancım salt yüreğimde değil beynimde de alınteri gibi hak ettiği yerini almış. Hayat bir tercihler dizgesidir. Ve insan neyi beslerse o duygu ve düşünce gelişir dal budak sarar sarmaşık çiçekleri gibi içinde. Bazen kendimi de şaşırtıyorum bu inancımla. İçinde yaşadığım toplumun bir üyesi olarak beyaz yalanları söylerken bile hâlâ yüzüm kızarıyor. Sanki hiç kimse bana yalan söylememiş, sanki hiç kimse güvenime ihanet etmemiş, sanki hiç kimse iyiliğe, güzelliğe olan inancımı kendi çıkarları için bozuk para gibi harcamamış… Küreselleşmenin tüm acımasızlığıyla hüküm sürdüğü çağımızda içtenlikle itiraf ediyorum ki, dünyanın içine düştüğü her türlü değer yozlaşmasında payıma düşeni almadım/almama konusunda da kararlıyım. Hâlâ bana yalan söylendiğinde bir çocuğun masum şaşkınlığı içinde kendimi buluyorum. Darmadağın oluyorum. Her türlü olumsuzluğa rağmen baskıların, işkencelerin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin insanlık tarihinden silinip yerine hayatta en kutsal varlık olan insanın onuruna yakışan yarınların geleceğine duyumsadığım o büyük özlemden alıyorum bu gücü. Güç ve güçsüzlük, başarı ile başarısızlık kavramlarına bakışımdaki farklılık/farkındalık da sözünü ettiğim inancımı diri tutmamda hatırı sayılır katkı sağlıyor bana. İlkelerinden ödün vermiş insanı kendisi olmaktan uzaklaştırmış tüm yapay başarılara yalnız sırtımı değil yüreğimi de döneli yıllar oldu. Bir insanın kendisinden başka bir insan olması kişiliğinden ve inaklarından ödün vermesiyle başlayan bir sürecin dayattığı bir sonuçtur. Kendime sadece kendime benzemeyi ve içimdeki güzellikleri korumak adına ödediğim bedelleri seviyorum. Bu yüzden acılarıma ve yalnızlığıma ithaf ettim kitabımı. Benim gibi yalnızlığına ve acılarına kitap ithaf eden kaç şair vardır bilmiyorum ama ben minnet duyuyorum acılarıma, yalnızlığıma, beni tüm kusurlarıyla ben yapan zaaflarıma… Ve acılarım ve yalnızlığımdan öğrendiğim en büyük erdemin insanları benim Tanrımı sevme zorunlulukları olmadan, kendi Tanrıları ile birlikte sevmeyi… Dolayısıyla insanı sadece ve sadece insan olduğu için seviyorum. İnsana; insan onurunu koruyan/ kollayan/ yücelten bir yaşam yakıştığı için de insanı insan yapan erdemlere sımsıkı bağlıyım. Whitman’ın şu haklı saptamasını anımsarım sık sık: "İdealler gulyabanidirler. Onların peşine düşersen seni yoldan çıkarır bataklığa sürüklerler. Ancak sana kendi istekleriyle gelmelerine izin verirsen, gerçek dostların olur".

Tümay: Doğup büyüdüğün yer Bingöl. Sert ve uzun kışlarını, yüce dağlarını, güçlü sularını çoğu kişinin bilmediği gizli kalmış bir köşe. Şimdi geriye dönüp baktığında, gerek fiziksel, gerek sosyal ve kültürel ortamıyla Bingöl’ün senin edebi kişiliğinin oluşmasında ne gibi etkileri olduğunu düşünüyorsun?

B.Korkankorkmaz: Doğup büyüdüğüm Bingöl’ün kişiliğimin biçimlenmesinde hatırı sayılır katkısı oldu. Babamın olağanüstü zengin bir kitaplığı olması başlı başına büyük şanstı benim için. İlkokul üçüncü sınıfta Victor Hugo’nun Sefiller’ini okudum. Beşinci sınıfta Fuzuli’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Karacaoğlan’ın, Ruhi Su’nun… sanat ve yaşama felsefelerine dair kendime dair düşüncelerim oluşmuştu beynimde. Bu düşüncelerimin sistem içerisinde neden hak ettiği yeri almadığını sorguluyordum. Bu düşün üretkenliğim sayesinde yaşadığım kentte eğitim eşitsizliğini algılamıştım çocukken. Derslerimiz boş geçerdi öğretmensizlikten. Sıralarımız yoktu. Bir sırada üç kişi bazen de dört kişi oturduğumuzu anımsıyorum ilkokulda. Mahrumiyet bölgesinde kışın köylerin yolları altı ay kapalı olduğu için kızaklarla Bingöl’e doğum yapmak için getirilirken kan kaybından ölen kadınların, çocukların yaslarını tutmayı öğrenmiştim oyuncak bebeklerle oynamak yerine. Gerek fiziksel, gerek sosyal ve gerekse kültürel ortamın zenginliğinden mahrumdu Bingöl. Haritalarda adı olan ama sosyal yaşamda yeri olmayan bu kentte büyümek büyük kentlerin aksine insan ilişkilerinde daha sıcak, daha iç içe geçmiş, daha gerçekçi ilişkiler geliştirmemi sağladı. Ölümlerde, hastalıklarda her türlü felaketlerin karşısında dayanışmanın önemini kavradım. İnsana dair her acının ve mutluluğun ortağı olma yürekliliğini öncelikle üyesi olduğum ailedeki yetişme biçiminden öğrendim.

Batı’dan tayin nedeniyle Bingöl’e gelen insanların Bingöl’de yaşamak zorunda oldukları için yüzlerine yansıyan korkuyu ve o korkunun neden olduğu o karanlık öfkeyi görmenin acısını duyumsuyordum çocuk yüreğimde. Ne ki, görsel güzelliği olmayan Doğu’nun bu minik çocuğu, dağlarının eteğindeki heybetli karın aksine misafirperverliğiyle korkarak gelenleri ağlayarak yolcu etmenin sevincini yaşıyordu. Coğrafyanın insan kişiliği üzerindeki etkilerini, insanları birbirine yaşadıklarının yaklaştırdığını, yaşamadıklarının ise uzaklaştırdığı gerçeğini çocukluğumda fark etmem bundandır. Bingöl’ün sert iklimi kişiliğimde değer verdiğim ve savunduğum ilkelere sıkı sıkıya bağlı olmamı sağladı. Özellikle umarsızlıkların insan üzerindeki o silinmez izlerini okuyarak değil bizzat yaşayarak hissettim yüreğimde. Nerede bir insan ağlıyorsa o gözlerden akan yaşın benim yanağımdan süzüldüğünü derinden algılamam bu yüzden. Olanaklarından dolayı insanlar karşısında boyun eğmemeyi, birey olmanın önemini, düşüncelerimi her türlü baskı ve zulme rağmen özgürce ifade etmeyi önce ailemin özellikle de babamın yetiştirme biçiminden, bir de doğduğum kentten dolayı karşılaştığım haksızlıklara karşı verdiğim mücadeleden öğrendim. Kürt sorununun ülkenin gündeminde yer aldığı dönemde lisede okuyordum. Arkadaşlarımın silah taşıdığına ve sınıfta öğretmene silah çektiğine tanık oldum. Can güvenliğimiz yoktu. Lisedeyken katı bir Kemalist’tim. Atatürk’e olan hayranlığım ve devrimlerinin gerekliğine dair düşüncelerim tüm saygınlığıyla sosyalist düşünceyi benimsememe karşın bugün de geçerliliğini koruyor. Atatürk çocuğu olmaktan dün nasıl gurur duyuyorsam bugün de aynı gururu duyuyorum. Atatürk’ü ne sosyalistlerin ne sağcıların ne ülkücülerin ne de bilumum Cumhuriyetçilerin doğru algıladığını düşünüyorum. Atatürk’ün yaktığı aydınlık meşalesine bugün dünden de daha fazla ihtiyacımızın olduğuna olan inancım tamdır. Dolayısıyla da Atatürk’ün dehasının da tıpkı Nietzsche’nin dehası gibi günümüzde yeterince algılanmadığını düşünüyorum. Sevgi ve insan olma bilinciyle yetiştirdi ailem beni. Bu konuda aileme sonsuz şükran duyuyorum. Doğduğum kentten dolayı beni yargılayanların sığ düşüncelerinden hiçbir insanın dini, dili, ırkı, mezhebi yüzünden ayrım gözetmeksizin sadece ve sadece insan olduğu için sevebilme yürekliliğini öğrendim. Beni gerçekten toplumsal acılar büyüttü. Her gün omuzlarda taşınan genç insanların tabutlarını gördüm doğa manzarası yerine. Bingöl de senin de bildiğin üzere Olağanüstü Hal ilan edilen illerdendi. Bu yüzden devlet köylere karakollar kurmuştu. Köylü evinde radyosunu dinlemek için ihtiyacı olan pil için, alacağı bir torba un, kısacası hayatını idame ettirmesi için gereken tüm gereksinimlerini karşılayabilmesi karakoldan alacağı onaya bağlıydı. Bu türden baskıların, tehditlerin, kuş sesi yerine silah seslerinin duyulduğu bir coğrafyada yaşayan insanların acılarına tanıklık etmek o acıları yaşayan insanlardan daha derinden sarsıyor insanı… Yakılan okullar, boşaltılan sağlık ocakları, bellerinde silah taşıyan çocuklar… görmenin ruhumda yarattığı fırtına dinmeyecek yaşadığım sürece. Nerede bir çocuk görsem farkından olmadan eline ya bir kitap ya bir defter ya da bir kalem veriyorum. Tüm bu somut gerçekler beni çocuk olmadan büyüttü. Yazık ki, yaşıtlarım gibi benim de bir çocukluğum olmadı. Çocuk olmanın kayıtsızlığı içinde kırlarda özgürce koşmadım, kendim için ağlamayı bu gerçekler içinde unuttum…

Tümay: Baban uzun yıllar Bingöl’ün Kığı ilçesinde gazete çıkarmıştı. Türkiye’nin ve bölgenin bütün çalkantılarını yaşayan bu küçük doğu şehrinde bir gazeteci kızı olarak yaşamak, ilginç deneyimler yaşatmış olmalı sana. Ne dersin?

B. Korkankorkmaz: Babamın gerçek mesleği gazetecilikti. Ölene dek yapmaktan zevk aldığı tek meslekti gazetecilik. Babamın Bingöl’ün Kiğı ilçesinde çıkardığı tek gazetesiyle bana göre bugün için bile örnek alınması gereken bir gazetecilik başarısına imza atarak bir gazetecinin sistem üzerinde onurlu duruşuyla ne tür farklılıklar yaratacağını belirtmesi açısından oldukça önemli bulduğum bir dizi deneyimlerin içinde sadece bir örnek vermek istiyorum. Babamım matbaası vardı ve evi matbaadan gelen para ile geçindirmek zorundaydı. Gazetemizin yaptığı haberlerden dolayı devletten alması gereken resmi ilanı alamıyordu Bu da babamın hem gazetenin giderlerini hem de evin giderlerini karşılamasını zorlaştırdı. Açlığın sınırına dayandırdı bizi onun hayalindeki gazeteci yazarlığını hayata geçirmesi evde. Bir gün matbaayı yanında çalışan işçiye armağan etti ve ceketini alarak gazeteden çıktı babam. Çünkü babam yaşamı boyunca önce toplum mutluluğu, sonra aile mutluluğu dedi. Babamın bu yaklaşımı ailesine ağır bedeller ödetti. Ben babamı ödediğim bedellerle sevdim. Bir insanı sevmek onun önceliklerini de sevmektir. İlçeye Kemal Katıtaş adında genç bir kaymakam atanmış. Kaymakamın ne halkla ne de basınla arası iyi. Kaymakam kapısını halka kapatmıştı. Babam gazetesinde bu olayı manşetten veriyormuş. Ne genç kaymakamın tavrı, ne de babamın olayı manşetten haber olarak vermesi değişmiyormuş. Bir gün babamla genç kaymakam karşılaşmışlar. Önce tartışmışlar; sonra durum değerlendirmesi yapmışlar. O günden sonra kaymakam kapısını halka açmış. Kaymakamla görüşmek isteyen her vatandaş evinin kapısını açar gibi Kiğı Kaymakamı’nın kapısını açmış ve sorunlarını kaymakamlarıyla paylaşmışlar. Kiğı’nın genç kaymakamı Kemal Katıtaş’ın bu davranışı babamın haber anlayışına şöyle yansıyor: “İmparatorumuz kapısını da gönlünü de halka açtı! Babamın- İmparatorumuz -başlığıyla yaptığı haberler, Kiğı Kaymakamı Kemal Katıtaş’a dönemin İçişleri Bakanı tarafından “İMPARATOR” unvanı verilmesine neden oluyor. 1987 yılında Konya Valisi iken ablamla ziyaretine gittiğimiz Kemal Katıtaş bana “İmparator Belgesi”nin öyküsünü böyle anlatmıştı. Babam için de şunları söylemişti: “Baban yürekliliğiyle bana hayatımı geri verdi. O günden sonra kralların masasında halkı hiç unutmadım,” dedi. Babam uzun yıllar Bingöl gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Onun gazetecilik ve köşe yazarlığı deneyimlerinden her türlü baskı ve tehdide rağmen yazdığın bir yazının arkasında durmanın ne anlama geldiğini öğrendim. Ve büyümenin gerçekte insan kişiliği üzerindeki gerçek yerini ve o yerin büyülü anlamını böyle böyle içselleştirdim.

Tümay: Bildiğim kadarıyla Metin Altıok, lisede felsefe öğretmenindi. Öyle değil mi? Metin Altıok’u, onunla olan dostluğunuzu, edebiyatla ilişkine katkılarını anlatır mısın bize?
-
- B.Korkankorkmaz: Şair Metin Altıok benim Bingöl Lisesi’nde okurken felsefe öğretmenimdi. Onunla dostluğumuz şöyle başladı: Metin Altıok bir hafta raporluydu. Rapor sonrası derse kaldığı yerden devam etmek için sınıfa, "Arkadaşlar içinizde düzenli defter tutma alışkanlığı olan arkadaşınız var mı?” diye sordu. Sınıf bir ağızdan "Bedriye" dedi. Öğretmenim defterimi istedi. Götürdüm. Ders sonrası, sınıftan çıkarken öğretmenim; “Bedriye seninle konuşmak istiyorum," dedi ve koridorda birlikte yürüdük. Bana "Şiirini okudum. Şiiri sen yazdın değil mi?” diye sordu. Yanıt yok. O gün öğretmenimin kollarını bütün sevecenliğiyle omzuma atıp "Bedriye şiiri bırakma e mi?” deyişiyle bana ne söylemeye çalıştığını anlayamamıştım. Metin Altıok insana dair güzel dünyasıyla, olgunluğuyla, iyi bir dinleyici olmasıyla, arkanı yaslayacağın yüzyıllık bir çınar olduğunu insana hissettirmesiyle, insanı yüreğinde yüceltmesiyle sadece benim değil, güzelliği seven ve insani olan güzelliklere tutkun olan her insanın kadim dostuydu. Metin Altıok’tan bana geriye ne kaldı diye sordum kendime. Şimdilerde onun insan yanının şiir üzerindeki ağırlığını daha iyi algılıyorum. Yıllardır yazının ve yazının içindeyim. Şairlerin büyüklüklerinin ödüllerle ölçüldüğü, şiirin öldüğü söylemlerinin ortalıklarda hortlaklar gibi dolaştığı, sanal ortamın şiiri kuşatma altına aldığı bir ortamda yaşıyoruz. Bir şair iyi şiirler yazabilir ama her iyi şiir yazan şair “güzel insan” olmaz. Altıok, şiirleri ve kişiliğiyle güzelliklerin insanıydı. O yüzden insana dair her acının onun yüreğinde karşılığı vardı. Onun en önemli özelliği şiirlerinde olduğu gibi, davranışlarında da samimi olmasıdır. Önce insan sonra şairdi. Acıya kiracı değildi, acıya ev sahipliği yaparak ayrıldı aramızdan. Kabullenemiyorum sevmeyi bilmeyen insanların onu sevdiklerinden uzaklaştırmalarını… Kadim dostum, ortak üretim ve ortak tüketim ilkelerine inandığı için yakıldı. Katillerinden daha doğru, daha soylu bir insan olarak ölen şair Metin Altıok’un insanlık tarihine armağan ettiği yaşam eserinin, şiir kitaplarının önünde saygıyla eğiliyorum. Kadim dostumun yüreğimde yokluğuyla bıraktığı boşluk dolmuyor… Dinmiyor sızısı yüreğimin… Hiç unutmuyorum onunla Karaman’daki ilk görüşmemizde bana “Bismişah” diyerek imzaladığı “İpek ve Kılabtan” adlı şiir kitabını verdiği o anı… Merakla sordum: “Bismişah’ın anlamı nedir?” Sorumu gülerek yanıtladı. “Bedriye, yeryüzünde insancıl değer ve güzellikleri temsil ettiğine inandığımız bir Şah varsa o şahın başı sensin.” Kitaba çizdiği avuç içinde gözü olan kadın figürüne açıklık getirmedi. Onunla olan dostluğumuzda ikimiz de kendimizdik. Beni şiir yazabileceğime dedemden sonra yüreklendiren tek insandır. Babam şiir yazmanın zorluğunu çok iyi bildiği için bana bu zorluğu hiçbir zaman aşamayacağım yönünde farkında olmadan psikolojik baskı yapmıştı. Bu baskı yakamı bugün de bırakmadı. Çok az insan benim kendimi gönül rahatlığı içinde şair sıfatını yakıştırdığıma şahit olmuştur. Bu konudaki ürkekliğim her geçen gün artıyor, eksilmiyor. Benim şiir yazamayacağıma olan sarsılmaz inancımı fark etmesi ve bu olumsuz inancı yüreğimde silmeyi önemsemesi, bunun için mücadele etmesi onunla hiçbir şey paylaşmamış olsaydık da yüreğimde ölümsüz bir yer edinmesi için yeterliydi.
-
Beni sürekli şiir yazacağım konusunda yüreklendirdi. Yazdığı şiirleri bana okuduktan sonra okuduğu şiirdeki hataları bulmamı isterdi benden. Taslak şiir ile bitmiş bir şiir arasındaki farkı görmemi sağlardı böylelikle. Benim şiire olan sevgimi şiir birikimiyle tamamlamam için bana önce Karaman’da sonra da Ankara’da eşiyle birlikte yaşamamı önerdi. Teklifini ailevi sorumluluklarımdan dolayı kabul etmeyince ona ısrarla şu sözü vermemi istedi benden: “Bir gün olur da bu fani dünyadan ayrılırsam şiir yazacağına dair bana söz vermemi istiyorum” dedi. Benim şiiri karşılıksız sevme biçimim düşündüğümün aksine şiire hakaret etmeyeceğime dair bana güvence verdi. O benim açık yürekliliğimi ve dürüstlüğümü, riyakârlığa tahammülümün olmadığını biliyordu. Yalnızlığıma dostluğuyla hayatım boyunca istese de ortak olamayacağını bildiği için şiire sarılmamı istiyordu benden. Benim zamanla şiirde kendimi ifade ederek beni hiçbir koşulda terk etmeyen kadim bir dosta kavuşturmak istediği için şiir yazmamı ısrarla istediğini bugün daha iyi anlıyorum. Ben de 2 Temmuz’dan sonra şiir yazmaya başlayarak ona verdiğim sözü tuttum/ tutuyorum. Onun şiirim üzerindeki etkisini böyle özetleyebilirim sanıyorum.İzin verirsen Metin Altıok hakkında bir açıklama yapmak daha istiyorum sorunun dışında. Ben hiçbir zaman hiçbir dergiye kendi kendime dostluğumuzu anlatan yazı yazıp yayımlanması için göndermedim. Benden yazmam istendiği için yazdım. Sevgili Zeynep’in hazırladığı Gölgesi Yıldız Dolu adlı kitapta da Afrodisyas dergisinde de yazmam istendiği için yazdım. Her şey bir yana bir dostun yokluğuyla insanın yüreğinde bıraktığı acı ne türden bir acıdır bunu ben yaşadım/yaşıyorum. Babam da kadim dostumdu benim. O da 19 Şubat’ta beni bıraktı. Onun da yokluğuyla yüreğimde bıraktığı acının altında ezilmeden durmak için kendi kendimi acılarla sınıyorum. Babamı kaybettiğim gün acıyı yeniden sorgulamaya başladım. Acı, yaşadığımız olayların büyüklüğüyle değil, acılar karşısındaki duruşumuzla ilintili…

Tümay: Şiir senin için nedir, diye sormak istiyorum. Şiir anlayışından bahseder misin?

B.Korkankorkmaz: Şiir benim yaşama nedenim ve ruh aynam. O aynadan gördüklerime bakarak hâlâ kendime ait olup olmadığımı araştırıyorum. Şiirle yazın dünyasının derinliğini algılamaya başladım. Şiirlerimin bana özgü bir nitelik taşımasını kendi başına bir varlık/bir buyruk olmasını çok istiyorum. Elbette bu konuda çok yaya kaldığımı, çok yol kat etmem gerektiğini biliyorum. Şiirlerimden de anlaşılacağı gibi duygu ve düşüncelerimi direkt kendi içime yöneltiyorum. Şiirde kendimi değil; kendimde şiirlerimi yaratmayı istiyorum. Şiirlerim kişiliğimin ruh aynasıdır. Onları yazarken içimi deşiyorum. İçimin derinliklerinden ele geçirdiğim duygu ve düşünce üzerinde yoğunlaşıyorum. Şiirin yüzeydeki yapısından çok derinlerdeki yapısıyla ilgileniyorum. Derinliğin, beni kavradığı gibi şiirlerimi de kavramasını istiyorum.

Kendi yaşantımdan yola çıkarak yazdığım şiirlerimde yaşamın güncel gerçeklerini irdeliyorum. Şiirlerim insanlıktan yana yitirdiğimiz değerleri imliyor. Dolayısıyla geçiciliğin değil; kalıcılığın sınırlarını zorluyor. Kendi özdünyamın derinliklerine gömülmüş şiirleri günışığına çıkarmak için didiniyorum yıllardır. Şiirime yabancılaşmamaya özen gösteriyorum. Bu yüzden kendimi ve yaşadıklarımı sorguluyorum ve sorguladıklarımı şiire yansıtıyorum. Şiirlerimle karşılıklı olarak birbirimizin gerçeğini anlayacak/ kavrayacak düzeye geleceğim günün özlemini duyuyorum. Ben şiirlerimin mercek altına aldığı birisiyim. Kendimi şiirlerime ne kadar etkili anlatırsam şiirlerimin de beni okuyucuya o denli etkili anlatacağına inanıyorum. Gerçekte şiir okuyucusundan içinde gizlediği kendisini ona anımsatıyor, ondan da içinde gizlediği kendisine sahip çıkmasını istiyor. Şiirlerimde genellikle somut imgelerle hüzünlü bir direniş hâkim. Yazarlığım ve şairliğimden okuyucusunu seçme ayrıcalığını öyle sahiplendim ki umarım Yaşamak Çocuğum'u da okuyucuları öyle sahiplenir. Büyük bir şair olma gibi hırsı yok kelimelerle büyüyen bu çocuğun. Ama Yaşamak Çocuğum’un sevenlerinin zamanla azımsanmayacak bir çoğunluk yaratacağına inanıyorum. Okuyucunun Yaşamak Çocuğum'u incelenmeye ille de okunmaya değer bir eser olarak algılamalarını çok istiyorum. İnsan hayatındaki tüm kesitlerde yaşamış ve yaşamışlıkları kendince dile getirmiş Yaşamak Çocuğum yaşayan şiirlerin kitabıdır. Adı Yaşamak olan çocuk, yaşamı ve yaşadıklarımızın karşısındaki duruşumuzu sorgulayarak hayatın aslında tercihlerden ibaret olduğunu tüm çıplaklığıyla bize anımsatıyor.

Şiirlerim tarifsiz yalnızlık ile tarifsiz acıların şiiridir. Ve hepsi de topluma dairdir; yani çoğuldur. Şiirim yaşama beslediği inancını okuyucusundan alıyor. Okuyucusuyla el ele yürüdüğü yaşam yolculuğunda yaşama, dolayısıyla da insana katkılarıyla daha büyük bir kişiye/kişilere dönüşeceğine inanıyorum sözcüklerin kundağına sarılan bu çocuğun…

Şiirlerimden her biri ilkin duygu/düşünce ve izlenimlerimden ibarettir. Dile getirilmeyen usumun ulaşılmazlığında olgunlaştıktan sonra sabırla “anlam derinliği” ile “kavrama derinliğine” ulaşacağı doğru zamanı bekliyor. Şiirlerimde şiirsel inceliğe, dizelerin özgür/özgünleştirilmesine, söylediklerimin yalın olmasına, okuyucusunu derin uçurumlara götürmemesine; bununla beraber bilinçaltında algıda seçiciliği devreye sokarak okuyucuyu gereksiz duygu/düşünce karmaşasından kurtarmasına özen gösteriyorum.

Şiir kitabım yayımlanarak benden çıkmış, insanlığın kütüphanesine dolayısıyla da insana mal olmuştur. Yaşamak Çocuğum’un, evrensel yalnızlıkları/evrensel haksızlıkları/evrensel barışı/evresel kardeşliği/ evrensel düşünce özgürlüğünü… kucakladığı sürece ermeyi hayal ettiği yalnızlığına zamanla kavuşacağına, geçmişin geleceği olma yolunda kararlı adımlarla ilerleyeceğine dair umutlarım var. Şiir kitabımın okuyucuya beni unutturacağına, kendi değerlerini sahiplenerek toplumu değiştirme ve dönüştürme sürecinde yer alacağına inanmak istiyorum. İnsan kendisi olduğu sürece insanlığın da bir parçasıdır. Yaşamak Çocuğum da insanlığın bir parçası olmayı başarmak adına eksileri ve artılarıyla kendisidir. Okuyucuyu belli beklentilere boğmadan, her koşulda belli sonuçlar almaya okuyucuyu şartlandırmadan, ‘birey’ olmanın yaşam karşısındaki toplam gücünü bize anımsatacağını umuyorum Yaşamak Çocuğum’un.

Tümay: Şiirlerinin satır aralarında, çağına karşı sorumlu bir insanın sesi var. .../çalsam oynasam/ dert etmesem aç çocukları/ diyorsun örneğin. Sokak çocuklarına şiirler ithaf ediyorsun. / kumsala vuran dalgalar gibi üzerime geliyor/ tutsak ülkelerin özgürlük özlemleri/ diyorsun başka yerde. .../acıları bölüşsek/ kardeşlik ve eşitlik hasretimiz/...ya da .../senin coğrafyan benim coğrafyam/ benim sütüm senin kanın/ ekmeğin ve aşkın ortak ülkeleri/... İnsanlığın çektiği acılar, barışa özlem, sana şiir yazdırıyor. Şiirini harekete geçiren şeyler üzerine neler söylemek istersin?

B.Korkankorkmaz: Bu doğru tespitin için seni kutlamak istiyorum izin verirsen. A.Gide’in belirttiği gibi "Sanat sürekli bir baskının ürünüdür... büyük sanatçı, güçlüğün coşturduğu engeli kendisine sıçrama tahtası yapan adamdır.” Beni yazmaya, üretmeye iten temel iç dürtü acı çeken, haksızlığa uğramış, yoksul olduğu için kendini umarsız hissetmiş… insanları görmek ve onlara yardım edememek… İnsanın insana kulluk etmesini kabullenemiyorum ben. Hayatım boyunca dünyayı kötülüklerden, haksızlıklardan, gelir dağıtımının eşitsizliğinden kurtaracak gücümün olduğuma inandım. Ve bu gücümü doğru ve yerinde kullanmadığım için de insanların dolayısıyla da insanlığın acılar içinde kıvrandığını düşünerek tarifi imkânsız acılar azaplar ıstıraplar içinde kıvrandım durdum. Bu acıları, ıstırapları… şiir yazarak sarmak istiyorum. Bu konuda kendime karşı çok acımasızım. Bana göre herkes üzerine düşeni yapsa bu dünyayı yaşanılabilir bir dünya olarak çocuklara bırakabiliriz. Benim kendimle başlattığım savaşın altında yatan asıl neden şu: Dünyayı bulduğumdan daha güzel bir şekilde bizden sonrakilere bırakma sorumluluğum… Bu boyumu aşan sorumluluğun altında ezilip yok olmamak için de sürekli içimi çapalıyorum sürekli… Zamanın beni yaşadıklarımla olgunlaşmış biçimde bulmak istediğini düşünüyorum hep. Ve ben de zamanı beni hayal ettiği bir şekilde karşılaması için yaşadığıma inanıyorum.

Her şeye karşın merhamet duygum acılarımdan daha güçlü olmasaydı ayakta duramazdım herhalde. Şefkat içimi kötülüklerden arındırıyor. Bana kötülük/haksızlık etmiş bir insanın yardımıma ihtiyacı olduğunda hiç düşünmeden onun yanında buluyorum kendimi. Öyle anlarda onun içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulmasından başka hiçbir şey beni mutlu etmiyor.

Bireysel olarak barış, özgürlük de dâhil olmak üzere bir insan hayatını belirleyen tüm kavramları hayatımda yeri yok. Biz olma duygusu benliğimi istila etmiş. İflah olmak da istemiyorum. Toplumsal acılar karşısında kendimi koruma içgüdüm sıfır. Bu yüzden hayatı kolay kılacak yeteneklerden yoksunum. Bu yüzden hayatım boyunca savunduğum ilkelerin yazdığım her kelimenin bedelini ödedim/ ödüyorum. Rahat bir hayat sürmeyi hayal edemiyorum bireysel olarak ama çoğulcu olarak rahat bir hayat sürdürme inancım söz konusu olduğunda aslan kesiliyorum bir anda.

Tümay: Kırılgan ama dirençli bir ses yükseliyor şiirlerinden. .../yılanların ısırdığı kalbim acıyor/... veya .../ülkelerin ülkesi kalbim/ incinen duygularda atıyor/... derken alabildiğine incinmiş, .../kendimi yargıladığım davaları kazanıyorum/... derken sorgulayıcı, .../yol yorgunu değilim bilesiniz/... ve .../ gücümü yitirmedim/ ruhumun derisini soyan dille sesleniyorum/... derken acılara, yokluklara direnmeye karar vermiş bir sesle çıkıyorsun karşımıza.

B.Korkankorkmaz: Çok haklısın bu tespitinde. O kadar kırılgan, o kadar alınganım ki… Sürekli kanayan bir yüreğim ve düşüncelerim var. Canım sürekli acıyor. Bu acıların yüreğimdeki karşılığı ne kadar derinden hissediyorsam yüreğimde acılar karşısındaki duruşumda o denli dirençli oluyor. Yüreğimin ve düşüncelerimin o güçlü bir haykırışı karşısında acılar heybetini yitiriyor yerini yaşama sevincine bırakıyor. Yaşama sevincim de özünde barındırdığı bilgeliğiyle beni içimde çoğaltıyor. Görünürde tek bir Bedriye olarak görünsem de içimde sayısız Bedriye’ler doğuruyorum her gece içimde. İşte bu tür sorgulamalardan geçerek dünyaya geliyor yeni Bedriyeler…

Tümay: Dikkatli okuyucular seni diğer dergilerden ve inceleme yazılarından da hatırlayacaklardır. Söyleşi yaptığımız bir şair; düzyazının, şiire nefes aldırmak için bir ihtiyaç olduğunu söylemişti. Sence de düzyazı böyle bir ihtiyaç mı? Yoksa .../seviniyorum bilmediklerimin çoğalmasına/... dizesinde de yazdığın gibi; öğrenmek, araştırmak senin vazgeçemediğin bir parçan mı?

B.Korkankorkmaz: Ben düzyazının şiire nefes aldırmasından dolayı inceleme yazıları yazmıyorum. Ben, ne kişiliklerine ne de eserlerine yabancılaşmamış şair sanatçı ve düşünürlerin düşün ve duygu dünyalarına yolculuk ederek bilmediklerimi çoğaltmayı seviyor ve seçiyorum. Benim inceleme yazım senin de bildiğin gibi diğer inceleme yazılarından özü itibarıyla farklı. Ben eserlerini incelediğin sanatçıların ruhsal analizlerini de yapıyorum metin üzerinde. İncelemenin denemesini yazıyorum dersem yanlış ifade etmiş olmam sanıyorum. Oscar Wilde incelememden anlaşıldığı gibi. Wilde’ın cinsel tercihini farklılaştırmasının altında yatan nedeni derinlemesine irdeliyorum. Böyle bir tercihin onun sanatı ve kişiliği üzerindeki etkilerinden yola çıkarak annesiyle, kız ile erkek kardeşiyle ilişkisini kişiliği üzerinde olumlu/ olumsuz yansımalarını önemsiyorum. Özellikle de yasadışı bir çocuk olduğunu öğrenmesiyle yüreğinde kabaran isyan eserlerinin ne kadarını kuşatma altına aldı? Bu kuşatmanın etkisiyle dünyayı boş vermişliğin ona kazandırdığı sınırsız özgürlüğü, o özgürlükten aldığı güçten yola çıkarak ölçüsüz yaşamı tercih etmesinin nedenlerini... Sevdiklerinin hataları sonucunda üzüntüden öldürdüğünü düşünmeseydi Oscar acı ve ıstırap içinde aşağıda alıntıladığım şiir dizelerini yazabilir miydi?

“Kulak verin sözlerime iyice
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu
Kimi dalkavukça sözlerle/ Korkaklar öpücük ile öldürür
Yürekliler kılıç darbeleriyle!”


Ne zaman masanın başına bir inceleme yazısı yazmak için otursam André Gide’in şu haklı tespitini anımsıyorum: “Bütün büyük şairler sonunda tabiatıyla eleştirmen olurlar. Yalnız içgüdülerinin ardından giden şairlere acırım; bence onlar tam değildirler. Eleştirmen olan şairlerin fikir hayatında bir buhranın baş göstermesi mukadderdir, bu buhran içinde sanatları ortaya çıkar. Ben sadece incelediğim sanatçının yaşadığı çağa tanıklık etmek istemiyorum. Sanatçının hayat felsefesini edebiyat birikimi ile sentezlemeyi önemsiyorum. Böylelikle doğduğu andan başlayarak yazın serüveninin izini sürerek ölüm anına dek yaşadıkları her ana tanıklık etme olanağını zorluyorum. Böyle böyle o sanatçının iç dünyasını içten içe -Sevgili kuşatabileceğimi düşünüyorum. Ve incelediğim sanatçının önce insan sonra da sanatçı dehasını derinlemesine tanımasını önemsiyorum okuyucunun. Bu türden incelemelerimi bir kitapta toplamayı düşünüyorum. Şartlar ve koşullar olgunlaşırsa.

Tümay: Severek okuduğun şairleri sorsam...

B.Korkankorkmaz: Severek okuduğum şairler o kadar çok ki… Metin Altıok, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Fuzuli, Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet, Sabri Altınel, Ahmet Arif, Attila İlhan, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Behçet Necatigil, Rilke, Verlaine, Rimbaud, Emily Dickinson, O.Wilde, vs. vs.

Tümay: Lacivert adına teşekkür ederim.

B.Korkankorkmaz: Bana duygu ve düşüncelerimi ifade etme olanağını verdiğiniz için başta sen olmak üzere dergiye emeği geçen tüm sanatçı arkadaşlara yürekten teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılarınızın devamını temenni ederim. Ve dergi çizgisini değiştirmeden sürdürmesinde başta sen olmak üzere emeği geçen tüm sanatçı arkadaşlarınızı izin verirsen kutlamak istiyorum. İçten sevgilerimle.


* ilk Yayım: Lacivert Dergisi. Temmuz-Ağustos 2011.s.112-120.


Bedriye KORKANKORKMAZ



1800











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)