ISSN 1308-8483
Zaman İlacı / Sedat YALÇIN
Sedat YALÇIN    
  Yayın Tarihi: 4.5.2012    


Zaman İlacı

Altın prangalar, demir olanlardan daha kötüdür. M.Gandhi

Zaman her şeyin ilacıdır derler ne kadar doğrudur. Tartışmasız her şey, adeta zamanın süzgeç deliklerine takılıp kalmakta ve zihnimizin derinliklerine gömülmektedir. Her olay zihnimizin derinliklerinde hiç kaybolmaz ama üzeri kabuk bağlayarak kolay kolay zihnin yüzeyine tekrar gelmez.

Her gün çeşitli olaylarla karşılaşıyoruz. Bunların bazıları hoş, nezih olaylar bazıları ise, nahoş, acı verici, üzüntülü olaylardır. Bir olay yaşanır biter. Yaşadığımız bu olaydan ders çıkarıp buna benzer olaylara daha farklı tepkiler veririz. Zihnimizdeki hoş olayları hatırlamanın bizi rahatlattığı bir gerçektir. Hoş olayların yarattığı duyguların, bedenimizin salgıladığı hormonlar sayesinde olumlu yönde; acı, üzüntü verici olayları hatırlamanın ise zararlı hormonlar nedeniyle sağlığımız üzerinde olumsuz yönde etkili olduğu hepimizce malumdur. Bunları her gün yazılı veya görsel basından takip edebiliyoruz. O halde bizde olumsuz duygular uyandıran, bunun sonucunda da bedenimiz ve zihnimiz için zararlı hormonları salgıladığını bile bile, bu olayları hatırlamakta neden ısrar ediyoruz. Ne kadar çabalarsak çabalayalım zihnimiz olumsuz olayları tekrar ve tekrar canlandırır; her seferinde olumsuz duygular tüm zihin ve bedenimizi sarmalar, terleriz, içimizi sıkıntı basar, yerimizde duramayız.

Ancak tüm bu üzüntü, acı verici olayların tek ilacı zaman gibi görünüyor. Zamanla zihin bu olayları tekrar ve tekrar düşünür, ancak her seferinde biraz daha hafifleyerek. Gittikçe zihnimiz olayı kanıksamaya başlar; olayın etkileri bizi daha az sarmalamaya başlar. Belli bir süre sonra artık zihin bu olayı tekrar etme gereği duymaz; çünkü artık iyice kanıksanmış ve zihin bir nevi bağışıklık kazanmıştır. Artık bu olay zihnin derinliklerinde kaybolmaya adaydır. Ve sonunda üzeri kabuk bağlayarak zihnimizin derinliklerinde yerini alır. Arada bir zihnimizin yüzeyine gelse de artık eski etkisi kalmamıştır. Bu olaya KABULLENME diyebiliriz. Kabullenilen bir olay, artık bizim bir parçamızdır ve zihin ve duygularımız bu parçamızla uyum içerisine girmiştir. Tabii geçmesi gereken süre her olay için farklı uzunluktadır. Keza kişiden kişiye de bu süre değişmektedir. Şu veya bu kadar süre sonra olay artık bizi kolay kolay rahatsız etmez.

Şimdi gelelim asıl konumuza. Bu süreyi ne kadar kısaltabilirsek bizim için o kadar iyi olmaz mı her açıdan? Buna kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Sürenin kısaltılması, yaşamı daha hoş, daha latif, her bakımdan daha verimli geçirmemizi sağladığı konusunda da hemfikiriz sanırım.

Sürenin kısaltılması nasıl başarılacaktır? İşimizi kaybetmiş, deprem, sel felaketine uğramış, eşimizden boşanmış, paramızı kaybetmiş, anne babamızı, çocuklarımız kaybetmiş olabiliriz. Bunların hepsi bir yaşamda uğranılabilecek en kötü olaylardır. Bunlardan sadece bir tanesi bile bizi yıkar. Belki hepsi birden başımıza gelebilir. Yıkılırız! Yaşamın bir anlamı kalmaz! Üzüntü ve acı sadece zihnimizi, duygularımızı değil, bedenimizi de kavurur. Kalp krizi, inme geçirebiliriz. Günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca bu acı ile yaşamaya çalışırız. Makul bir süre sonunda tüm bu acıları da kanıksarız. Çünkü yaşam devam etmektedir. Her şey taze iken hiç unutulmayacak gibi gelen olayların zaman geçtikçe artık eskisi kadar acı vermediğini hissetmeye başlarız. Yaşamın devamlılığı için unutulma olayını gerçekleşmiştir. Ancak bunu ifade etmekten çekiniriz. Çünkü çevremiz ne der?

Uygulamak çok güç biliyorum. Neden her şeyi kabullenmiyoruz. Her şeyde bir hayır vardır sözünü eğer ana tema olarak algılarsak sanırım kabullenmeyi daha kolay gerçekleştirebiliriz. Kabullenmek ilahi güce teslim olmak değil midir (Kabullenmek deyince eğer haksızlığa uğramış isek kabul edip oturalım mı kastetmiyoruz tabii ki , bu başka bir konu). Teslimiyet duygusu, kabullenmek bizi rahatlattığı gibi unutmak için gerekli süreyi de kısaltır. Burada ince bir nokta var ki o da çevre. Biz kabullenip, unutmaya çabaladıkça çevremiz, gelenek ve göreneklerimiz bize tam tersi davranmaya devam eder ne yazık ki. Çevre, adeta olayı devamlı başımıza kakarak bizim teslimiyet ve kabullenmemizi engellemeye çalışır. Çevrenin bu olgunluk düzeyine gelmesi belki daha nesiller alacaktır..

Ölüm olayı ki en çok üzüldüğümüz bir olaydır. Ancak bunda da şüphelerim var. Açıklamaya çalışayım. İki baba var. Birinin bir evladı, diğer babanın dört eşinden 20 evladı olduğunu varsayalım. Her iki baba da birer evladını kaybediyor. Sizce hangi baba evlat acısını daha çabuk unutur? 20 evladı olan kişi bazen evlatlarının ismini bile karıştırıp unuttuğu oluyordur. Bunlardan bir evladını kaybetmenin üzüntüsü çok çok kısa sürer kanaatindeyim. Hemen olur mu öyle şey; her evlat evlattır, aynı derecede sevilir diye itiraz etmeden şöyle bir tarafsızca sakince düşünün lütfen. Burada 20 evladı olan baba diğer 19 evladı ile olayı çabucak unutabiliyor. O halde ölüm acısı bile subjektif. Yani kişinin konumuna göre değişiyor. Demek ki ölüm acısı tamamen kişilerin egosunu tatminden başka bir şey değil. Tek çocuğu olan kişinin üzüntüsünün fazlalığı, yalnızlığı daha fazla hissedecek olması. Yani, aslında üzülme, ölen kişi için değil, kişinin kendi yalnızlığına olan üzüntüsüdür. Ölüm olayını doğal bir olay olarak kabullenmek mümkün. Mademki “her canlı ölümü tadacaktır” neden isyan ediyoruz, ağlayıp, sızlanıp, feryat edip ortalığı velveleye veriyoruz. O yetmezmiş gibi adeta canlı yayın yapıyoruz, herkese duyurmak için. Çevreye kendimizi acındırarak acının hafifletileceğini zannediyoruz. Sessizce, nedametle kabullenmiyoruz bu acımızı. Kabullenerek, bu büyük acıyı çok daha kolaylıkla ve kısa sürede aşacağımız kesin değil mi?

O halde yapılacak olan nedir. Ya bulunduğumuz çevreyi terkedeceğiz yada çevreyi umursamayacağız. Bir diğer seçenek de çevreye yenilip acı çekme, ıstırap süresini uzatacağız. Tercih sizin bu üç seçenekten başka bir seçenek varsa onu uygulayın. Dileğim odur ki acı, ıstırap, üzüntüsüz bir yaşam. Ne yaparsak yapalım her şey yolunda gitse de ölüm olayı ile ister istemez karşılaşacağız. Ölüm’ü de doğum gibi olağan karşılamayı öğrendiğimiz zaman (çok zor biliyorum) , ancak o zaman gerçek yaşamı öğreneceğiz sanırım. Tekrar etmekte yarar var “Her canlı ölümü tadacaksa”, eğer buna inanıyorsak; bu tatma olayını da kabullenmek zorundayız. Kabullenme acımız hafifletmekle kalmaz aynı zamanda üzerinin daha kolay örtülmesini sağlamaz mı?

Tüm olaylara çevre baskısına aldırmadan bu açıdan bakmaya ne dersiniz? Gelenek, görenek adı altında ayaklarımıza dolanan prangaları söküp atma zamanı gelmedi mi?


Sedat YALÇIN

syalcin50@yahoo.com


1656











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)